Ağustos 2010 için arşiv

Kürtlerin ayrıcalığı ne?

Herkes halkların kardeşliği, demokratik açılım, eşitlik diye ba bas bağırıyor. Benim aklımda ise herkesin sessizce yüreğinde taşıdığı o soru var:

KÜRTLERİN Ayrıcalığı ne?

Herkes ağlıyor, sızlıyor, yüzlerini kapatan provakatörler el kadar çocukları polisin üstüne salıyor. Yok biz kendi dilimizi konuşacağız, yok üniversitemizde eğitim bu dille olacak, yok kanal isteriz yok şu yok bu.

Böylesine mozaik bir toplum içinde neden kendini ayrıcalıklı bir yere koymaya çalışıyorsun. Senin memleketini seven, çalışan Lazlardan, Çerkezlerden, Alevilerden, Rumlardan ve de Türklerden ne farkın var. Farklılığın nedir ki bu ayrıcalığı kendinde görebiliyorsun… 70 milyon’un içinde insanlar seni nasıl görüyor, nasıl algılıyor hiç bunu biliyor musun? Elbette biliyorsun ! Demokrasi, eşitlikçi ve laik toplumların düzenidir. Bu, şu sıralar bahsi çok geçen Kırmızı Kitap’ın önsözü niteliğindedir. Bu eşitlik kavramı için de sırf birileri istiyor diye toplumun genelinde kabul görmüş dil gibi konuların sözü bile edilemez. Para pul kazanmak mı istiyorsun? O zaman önce oku… Çocuğun eline taş vererek ona öğrettiğin doğrular, seni bir gün ileri götürmez… Git Yabancı ellere de orada çalış. Bakalım sana özel ayrıcalıklar tanıyorlar mı? Bakalım kaç günde unutturuyorlar Lisanını, gerçeğini, kılığını kıyafetini… Toplumda ezilmişliklerden çokca bahsediyorsun! Peki ezilmemek için ne yaptın? Herkes gibi sen de öğren, çalış, var ol. Yaşadığın topluma bir şeyler kat ki, o da karşılığını sana versin. Peki veriyor musun? Koca bir hayır… Diğer illere yerleşmiş Kürtlere insanlar neden ve hangi gözle bakıyor, hiç araştırdınız mı? Hayır… Onları anlamayı, benim şurada eksiğim var demeyi kendinize görev bildiniz mi? Hayır… Bu istediğiniz ayrıcalık için asker öldürmeyi, çocuk öldürmeyi özgürlüğe giden yol olarak gördünüz mü? İşte o evet! O evet var ya o evet… Yeni dünyanın en çok dışladığı cehalet bile sayılamayacak bir vasıfsızlık. Çünkü özgürlük bilek gücü değil, bilgi gücü ister. Bu toplum yani Türkiye bunu böyle kazandı… Herkesin bunda payı olduğu için de bunu demokratik eşitlik ilkesiyle yani demokrasiyle ödüllendirdi…. İnsanlar böyle aldı bu özgürlüğü. Kimselere ayrıcalık tanımak için değil…

Yani sizler eşitlik değil, ayrıcalık istiyorsunuz? Sadece bu millet benim gönlümde ayrıcalıklı bir yere sahip. Onun dışında kimse farklı değil… Fabrika istemiyorsunuz, doktor istemiyorsunuz, öğretmen isteemiyorsunuz… Ama eşitlik istiyorsunuz? Bunlar biliniyor… Fabrikalar kurulursa aşiretlerin saygınlığı yok olacak. İnsanlar kendi paralarına sahip olacak. Bu biliniyor… Okula çocukların niye gönderilmediği biliniyor…Doktora namus belasına gidemeyen kadınlar biliniyor…Herşey biliniyor ! Özgürlük, bu çağdaşlık ve ortak değerlere saygı ile kurulan bir değerdir. Ve Türkiye özgürdür. Ama bu yapılanlara baktıkça şunu düşünmeden edemiyorum: Size verilen özgürlük dünyada kimseye verilmedi. Adam öldürüp çil yavrusu gibi kaçışmak ta bunlardan biri… Tam demokrasi isteyecekseniz, bu toplumun tüm insanları için isteyin. PKK, Kürtlerin özgürlüğü için savaşıyormuş. Öyle mi? Madem tam bir eşitlik istiyorsun, PKK’nın toplum gözünde Kürtleri nasıl küçülttüğünü görmüyor musun? Göremezsiniz ki… Herkes gibi siz de yeterince eşitsiniz, hatta ayrıcaklısınız. Ama devleti yönetenler nezninde… Toplum gözünde değil. Çünkü siz sevgi denen bağı söküp attınız… O bastığınız topraklar Türkiye Cumhuriyetinindir ve herkesindir. Sadece sizin değil… Eğer bunu kabul ederseniz elimiz size uzanır. Yok uzatmazsanız o zaman İsrail gibi kendinize özgür olduğunu düşündüğünüz topraklar arayın… Bakalım toplum olabilmek için kaç jenerasyon geçecek ve nerede olacaksınız ! Çünkü bu topraklarda bu olmaz !

Yorum bırakın

Cannes Çıkmazsa para yok…Buyrun Ziyafete – Argün Albayrak

Dört gündür http://www.coloribus.com içinde uzun bir ziyaretteyim. Burası Cannes Uluslararası reklam yarışmasının online platformu niteliğinde iyi bir yer… Tüm katılan eserleri inceleme fırsatı buluyor, kendi değerlendirmenizi yapabiliyorsunuz. Cannes, aynı film festivalinde olduğu gibi bir Reklamcı Seviye Belirme Sınavı gibi dersek yanılş olmaz. Eleştirmeden önce herkesin bir şeyi yapması şart. Hayranlıkla karışık kıskançlık duygularımızı, şişirilmiş bilge edalarla sınırlamamamız gerekiyor.

Bu sene ki yarışmada da reklamcılar bir kez daha şunu gösterdi: Bu işlerin tümünde satış arka planda kalıyor ve insanlara felsefi boyutta, duygularla yaklaşılıyor. Yani bir de yaşadığın olaya buradan bak deniliyor. Gülümseten, düşündüren işler ağırlıklı bir çoğunluğa sahip. Yalnız bir sorun var. O da yarışmaya girecek reklamın formülü yaklaşık on yıldır aynı…Temel ve mesleki bakış açısında değişen bir şey yok. Aynı filmlerde olduğu gibi. Aşk yine aşk ama bak nasıl anlatıyorum der gibi hepsi… Yani Cannes’a gideceksen şöyle düşün demenin formülleri var… Bu kristal Elma için de böyle. Bu bir eleştiri değil. Fizikçiler nasıl e=mc2 üzerine aynı formülle tezler çıkartıyorsa, reklam da zeka formüllerini uygulacak…

Reklamın içinde gizli bir aritmetiği vardır. Bunu senin görmeni ister. Çünkü ancak kendü gördüğümüze inanmak daha kalıcıdır ve etkilidir. Buarada da bu var. İncelendiği zaman öğreticiliği yüksek eserler bunlar. Yani bana marka deyip geçme diyor… Sessiz bir çığlık ta şöyle der: Ey reklamveren gör de beni serbest bırak. Bırak ta iletişimi ben yapayım! Ancak bu ülkede bu büyük bir sorum. Tüm ajanslarda bu tip çalışmalar yarışmaya hazırlanma dönemi olarak görülür ve gerçek hayatın dışında bir mastürbasyon alanıdır. Türkiye reklamverenlerine de kızamayız. Sana dönüp; Sevgili yaratıcı bizim seslendiğimiz insanlar Kurtlar Vadisinin Çakır’ı için cenaze töreni yapıyor, sen onlara düşün halkım diyorsun! Derse ne cevap verirsiniz? Her reklamcı bilir ki, bu bir bahane değil ama doğru. Ama bir konu daha var ki o çok önemli. Bu tip işler aynı zamanda tüketiciyi de görmeye, anlamaya ikna eden bir kararlılık içinde olursa MARKA olur… Dikkat edildiğinde uluslararsı para kavramına yetişmek ve önde olmak zorunda olan markalar bu yatırım yerine tüketimi hızlandıracak aptal odaklı iletişimi daha çok tercih eder. Eğer nazın geçiyorsa dersin ki ona; Bunu da Cannes için hazırladık. Bir ilan bütçesi lütfen!! Ama genelde küçük, işine daha bir duyguyla bağlı reklamverenler bu tarzı daha çok severler. Bu tüm dünyada böyle…

Dönelim konumuza. Çünkü güzel düşünceyi görünce beni Türkiye siniri basıyor. Türkiye’den katılan bir çok eser var. Dünya düşünce sistemini iyi kavramış düşünceler. İllustrason ve iş kaliteleri çok sevindirici. İşlerin tek eksiği yerel düşünce barındırmaması. Bu eurovizyona ingilizce şarkı ile katılmak gibi bir şey… O kadar zengin kültür elbette global bir anlam bütünlüğünde sunulabilir. Türkçe Rock gibi…Ama hem Rock hem İngilizce olmuyor. Yabancılaşıyor. Bu çok dilledirilen ama uygulanmayan bir konu. Benim Cannes Türkiye şampiyonum TBWA’nın INLINGUA. Yeni başlayanlar için Fransızca diyor ve görselinde inşa edilmekte olan Eyfel kulesinin bir fotografik illustrasyonu bulunuyor. İletimişimdeki basit ve anlaşılabilir sofistikasyonu seviyorum. Yurt dışı işlerde de beğendiğim bir çok iş var. Ama ne yalan söyleyeyim Bosch Mamut çalışması beni çok etkiledi. Bu kadar üstünde çok derin ve uzun konuşabileceğiniz konu olması ne güzel. Tavsiyem siteyi iyice bir incelemeniz… Hayata nasıl esprili ve zeki yaklaşmamız gerektiğinin Yeni Dünya Mizahı gibi hepsi. Soyut olan da gizlenen somut  değerler festivali…

Bir anlamı daha var ajanslar için. O da kısıtlı yaratıcıkla çok para kazanmak zorunda olan reklamverene şunu söylüyor: İşte benim fikir ve bilek gücüm! Reklamverenlerin artık ıncığı cıncığı çıkmış konkur kültüründen sıyrılıp, analizlerini Cannes Lions ve Kristal Elma’ya yönlendirmeleri için muhteşem bir hazine bu. Aynı şekilde ajanslar için de kurumsal vizyonlarını tekrar değerlendirme ve yapıtaşlarını bu vizyonda ele alma fırsatı.

Bu oyunda diğer göze çarpan bir konu da yazarlıkla görel yönetnlik kavramlarının içiçeliği. Yani konvansiyonel reklam yazarı ve sanat yönetmeni olgusunun artık olmadığı… Fikir bir bütünlüğü temsil ediyor. Asıl önemli olan burada reklam ajanslarının fotoğraf sanatçısı, dijital illustrasyonu profesyonellere emanet etmeleri… Yani ajansların bir fikir strateji üssü olarak kalıp dışarıdan beslenme yöntemiyle iş yapma modelleri.

Şunu tekrar hatırlatmak ta yarar var… Benzersiz işin bedeli de büyüktür. Paranın ödenmesi şart… Fikir bu. Fikrin uygulaması da bir hayal kadar benzersiz bir gerçekliğe dönüştüğü zaman ESER çıkıyor ortaya…

Herkesin aklına emeğine sağlık !

Yorum bırakın

İnanç, insanın kalbinde yaptığı bir buluş ve aklıyla geliştirdiği bir ilimdir…

İnanç, insanın kalbinde yaptığı bir buluş ve aklıyla geliştirdiği bir ilimdir…

Allah çarpar oğlum yapma, yazma… İşte inanç hikayelerimiz bu sözlerle başladı…İlk babannem hem maşallah dedi hem de aynı anda yüzüme tükürdü… Kınalım Erzurum yaylarında dünyaya gelmiş, hiç kimseye zarar vermemiş mütevazi bir yaşam sürerken kesiverdiler gözümün önünde. Kanı da alnıma yapıştırılıveridi…Bu cinayet anına bir imam arapça eşlik etti.. Tanıklar sessiz ama aktif idiler. Bir de yetmiyormuş gibi bacacığından asıp sallandırdılar… Geldim bu yaşa. Aradaki hikayeleri anlatmayacağım. Herkesin zihninde var zaten ama diyorum ya yaş artık Kırk. İnsan birşeyler değişmez diyor elbette ama gelişmez mi hiç diye sormadan da edemiyor. Malesef o da yok…

Tüm bu korku temelli yaklaşımlardan sıyrılmak sizi resmi olarak ta  ateist yaptığı için, toplum nezninde iş, aş, hukuk ve önyargı engelleri önüne çıkıveriyor. Sonuç olarak toplum size bu gözlüklerle bakıyor, değerlendiriyor. Onlar için yapacak hiçbişeyiniz yok. Onlar öyle.

Peki sen. Sen nesin?

Kimseyi yargılayamam, haddime düşmez. Sadece birşeyler anlatacağım sana, vaktin var mı derim:

Dünyaya düştün pat diye,  yalnız biri olarak düşün kendini. Ne yapacaksın, nereye gideceksin? Burada ne yapacaksın, kendini nasıl koruyacaksın, kimi seveceksin, ihtiyaçların ne olacak… Hiçbirini bilmiyorsun… Ne yapacaksın? Bağırsan bağıramazsın çünkü sadece sen varsan kelimeler ağzından çıksa ne yazar… Cevabı bende;  istersen fısıldayayım kulağına:

İnanacaksın ! Peki ama neye ? dersen, anlatayım :

Önce bir etrafına bakacaksın, nasıl oluştuğunu düşüneceksin? Her sabah doğan güneş niye bunu tekrarlıyor, bu yağan yağmur nasıl oldu da çiçeğe dönüştü. Peki o çiçek sonra neden meyve oldu. Ben onu nasıl yiyorum? Ben niye bu suyu içiyorum, her susadıkça diye düşüneceksin… İşin ne? Koskoca dünya senin…Düşün!

Belki de ilk farkettiğin bu olacak kimbilir ! Düşünüyorum ! diyeceksin… ve işte ilk izi buldun. Sen insansın, düşünebilir, algılayabilir, yetenekleri olan bir varlıksın. Boşuna demediler: Düşünüyorum, öyleyse varım. Diye !

Sonra bir ayılacaksın ki, etraf insanlarla, kavgalarla, gökdelenlerle dolu. Medeniyetler almış başını gidiyor. Elmanın düşüşüyle başlayan hikaye metafizikle yoğrulmuş en son noktaları zorluyor… bu kadar gelişmeye rağmen hala su içiyoruz, hala topraktan geleni yiyoruz. Biz böyle yaşıyoruz. Hayat gelişiyor ama biz hala en basit halimizle duruyoruz…

Bu değişmiyor ve ilim ne kadar çabalarsa çabalasın bunu yapamayacak. Bunun bir versiyonunu üretebilirler…ama hiç birşey organiğin yerini tutmuyor, değil mi?:)

Bu inanılmaz değişim, insanlar için olan herşey aslında bir ayna gibi. İnsan malesef insanlığa bir türlü yetişemiyor… Film endüstrileri bu yüzden imkansız kahramanlar tasarlar ve zafer hep insanlığın olur…Sonunda da ya yeni doğan bir bebek ya da açan bir çiçek koyarlar… ama genelde insanlığın toplum olma biçimini sergileyen bayrak dalgalandırmak modadır…O yüzden Bruce willis kafasına f 16 çarpsa bile ölmez çünkü o ölürse insanlık ta ölecektir. Bu insanlığın imkansızlıkara olan yalan hayalleri bitmez arkadaş… Oysa bazılarının bu yalan dolu sembolleri hep dalgalanır, sen de bunların sarhoşluğunda dalganırsın… Para ahmaklığının odağında, insan inançlarının sömürülmesi vardır ve bu sömürge bugün kü devletleri şekillendirmiştir ve biz de o devletlerden birinde ikamet ediyoruz.

İnsanlık hep bu soruların cevapları için merak etti, araştırdı, buldu, kullandırdı, gelişti hala da arıyor. Mars ta su olmasa da arıyor… Ama biz çok daha önceden bulduk cevabı. Araştırmaya, yapmaya, bu hayatı anlamlı kılmaya, yarınlara bırakmaya bazı şeyleri ne gerek var ! Buluşun allahını yaptık biz. Yani Allah dedik… O sebeple düşünmeye gerek yok… Yaşasın tam bağımsız Türkiye !

İnanç, sizin düşünebilme yetinizin sınandığı bir kavramdır. O düşünceler deneyimlere, eylemlere dönüşür.  Anlarsınız, insan nedir, alet nedir, aş nedir? O düşüncelerdir ahlak kavramını ruhunuzda büyüten çünkü ahlak, insan sevgisinin sana anlattıklarıdır… Bu yüzden ne ekersen, onu biçersin derler. İnsan sevgisi ek, etrafında sevgi dolu insanlar olsun. Mutluluk ek yani mutluluğunu yaşa ki, etrafında kuşlar ötsün… Yani kalp beynin anahtarıdır. Onu kullanmadan beynini çalıştıramazsın. ( tıp bunu beyne kan gitmemesi olarak tanımlar ve beyin ölümü gerçekleşti der ) Makinaya bağlı, yaşatıyorlar derler. Daha önce nasıl yaşıyordu ki…

Makinaya bağlı yaşam anlamı itibariyle hassas bir konudur. Sizin dışınızdaki herşeyin sizi yaşatması bir anlamda budur. Buna inançlar da dahil. Satırlarım dinlere bir inkarı içermiyor. Aksine büyük bir hayranlık var içinde… Kuran ı Kerim bu anlamıyla insaanlığa inanılmaz bir belge koyuyor ortaya. İnsan olmanın ne anlama geldiğini, nasıl yaşanması ve daha da önemlisi şu yalnız evrende kısa bir süre sonra bitecek olan yaşantını, duygularını, benliğini nasıl geliştireceğini anlatıyor… Sana sadece aklını kulan, yaşa, mutlu ol, eğlen ama mutlaka geliş diyor ! İbadet inancın göstergesidir, gerçeği değil… Gerçeği, insan olmanın vasıflarında gizli. O da senin tercihlerinle oluyor… O zaman bi hafif rüzgar hissedersin…Anladıkça seversin, sevdikçe ilgilenirsin, ilgilendikçe öğrenirsin, öğrendikçe başarırsın…Ve başarınca mutlu olursun..İşte hayat böyle dolar ve bu bir zincirdir. Bir halkası eksikse kopmuştur artık…

Eski medeniyetlerde inanç, kitaplar öncesi yaşamlarda bir çok peygamberin arasındaki benzerlikleri kanıtladı. İnanç olarak  yıllarca toplumların kandırıldığını iddia eden kanıtlar da ortaya atıldı. Yani bazı inançları temelden sarsacak iddialar bugün su yüzüne çıktı. İslamiyet dışındaki dinlerden bahsediyorum… Bunun dışında rivayetler, binbir felsefeler eşliğinde toplumların güdülebilmesi için en acımasız silah olarak kullanıldı. Büyüler, takvimlerin dünyanın sonu felsefeleri, herşey… Hatta toplumsal düzenin değerleri bile. Siyaset bile…Bu rantlar değerleri yıkılmaz…yıkılamaz… Dünyanın tüm para ağı, toplumsal alışveriş alışverişleri, din üzerine kurulmuş rant değerleri artık yıkılamaz… Yavaş yavaş değişir, uyanır insanoğlu… Bu bizim hayatımız gibi kısa sürelerde olacak bir şey değil…Peki biz ne yapacağız şimdi ! Önce sevmeyi öğreneceğiz çünkü een büyük ibadet budur. Sonra Allahtan bir şey istemeyeceğiz. çalışacağız, anlayacağız ve başaracağız !

Çıplak olmayı seçeceğiz. Büyük bir dinginlikle kendimize dönüp, sadece bize ait olanı paylaşacağız. Çünkü bu bizi adaletli yapan tek değerdir… İnsanların soru işaretleri ve bitmeyen merakları yarının teknolojileri veya hayatı kolaylaştırmak için değil çünkü… İçinde saklı olanı bulmak için. Anlamak için… Nereden geldiğimizi bulmak için… Bu hırs insanların hala bu gerçeği bulamadığını gösteriyor…Ya da baktılar bu iş te onlara para var, unuttular gerçekleri, milletleri illet etmekle meşguller. Dikkat çeken bir konu vardır: İslamiyette teslimiyet Allahadır. Siyasal bir merkezi yoktur vatikan gibi, onlar gibi inancın bankaları kurulmamıştır. Hz.Muhammed sonrası mezhepleşme olaylarına bakın, arkasında siyasetin izlerini yakalayacaksınız. Ve tabii bu uğurda yaşanan ölümleri… Ve bugün İslami toplumların bütünleşmemesinin temellerinde bu vardır. Aslında bu özgürlüğün temelinde İnsan olma hakkı yatar. Kuran ı Kerim hiç bir zaman bir topluluğa seslenmez, bireye seslenir. OKU der ! oku ki anla, anla ki yaşa… Temelinde gerçekler olmayan dinler gibi korku imparatorlukları yoktur.Birey olabil ki, anla! Üstünde bir baskı hissetmeden…

İnanmak kelime anlamıyla karşındakine yani konuya tam teslimiyet içinde olduğunu, güvendiğini tanımlar. Bunu sağlamak için karşımızdaki olguyu her yönüyle inceleriz ki inanalım. Şimdi o gözlerle kalbinize yüklenin ki beyninize kan gitsin… anlayarak yaşayın…  O zaman anlar ve yaşamın ne kadar büyük bir armağan olduğunu bilerek yaşarsınız… O dünyada kural yok, çünkü kural yıkacak olan yok…O dünyada seks yok, çünkü sevişmek var… Kural yok çünkü sana değen herkes insan olmanın kuralını kavramış…!  Nerde o dünya dersen, o dünya sensin derim…Sen yoksan o da yok…

Şu söz ne güzel!! Dünyayı değiştirmek istiyorsan önce kendinden başla…

Argün albayrak

Yorum bırakın

Düşünce Girdapları – Argün Albayrak

İnsan yaradılış olarak kendini koruyabilen bir varlık. Bu içgüdüsel durum tüm doğada da böyle. Her hayvan kendini savunma içgüdülerine sahip ve genetik özellikleri ile buna karşı birer silah geçirmiş durumdalar… Son derece doğal olarak ta insanoğlu bunun için beynini kullanıyor…Bilimde ilerliyor, evler, silahlar yapıyor. Bu da haklı bir neden. Sanırım bu nedenden ötürü düşüncelerimizi geliştirir, buna uygun karakterler oluştururz.

Kelimenin yetmediği insanlar hayvansal içgüdülere transfer olur ve bunu açığa çıkartır. Silah kullanmak bunlardan biri malesef ama konumuz başka… Düşünce girdaplarından bahsedeceğiz. Çünkü bu konu insanlar arasında çok ta düşünülmeden kullanılan ve çoğu zaman da insanın kendisini vurduğu güçlü bir silah.

Düşünce yönetimini kullananlar veya onun girdabında yok olanlar. Düşünce girdabı insanın önündeki görünmeyen bir tehlike. Bu girdaba girmemek için sağlam duygulara, kişileğe ve o yoldan ayrılmayan bir haysiyetin olmalıdır. Çünkü bunlar eksikse kompleks olarak adlandırılan bazı arızalar vardır bünyede. Kompleksli der geçeriz ama aslında insanların tümünde var olan birşeydir aslında bu. Bazıları ortak insani değerleri benimser ve bunu kontrol eder, bazıları ise malesef bunu başaramaz.

Örnekleri o kadar çoktur ki; Bu konu nereden buraya geldi diye söylendiğimiz çok olmuştur. Evde karı koca kavgalarının çorbanın soğukluğundan başlayıp mezarda bittiğini de çok gördük. Ve en kötüsü de sadece haklı çıkmak adına tartışmanın yönünü bilerek değiştirmek ve karşımızdakini yıkma eylemine başlamak. Bu girdap modelinin temelinde bencillik içgüdüsünün kompeklse ve oradan da kişiliğe dönüştüğü bir kişilik sorunu göze çarpmaktadır. Bu tip kişiler durum konunun önemini görmez, kendi kendine yaşadıkları galibiyet sarhoşluğunu yaşayan bir yalnızlığa kucak açmış giderler.

Varoluşları böyledir. İnsani değerlere ve bilgiye yenik düşerlerse hırs onları başka silahlar kullanmaya sevk eder. Çünkü içlerindeki yarayı büyütmüş olursunuz ve o yarayı sarmadan sizi rahat bırakmazlar. Ama bilmiyorlar ki sardıkları yara aslında bir insani doku kaybı ve dolmaz…Küfür bile güzel bazen. Sen güzel bak yeter ki…Halit Çapın gibi mesela… Ha S..r len !  bile iki anlamı içeriyor. Biri çok çok güzel, hadi yahu anlamında diğeri ise malum yıkıcı anlamında… Kelimeleri nasıl kullanacağımızın kararı içimizde…Aynı cümlenin biri kahkaha diğeri ise kavga…Hangisi?

Bunların hepsi düşünce girdabının esiri olmamamız için…

Yorum bırakın

Gerçeklerin başı sağolsun…Beline kuvvet Türkiye !

Reklamclılık penceresinden dünyaya baktığımda ilginç resimler çarpıyor gözüme. Bunların belki de en önemlisi toplumlarda global birikteliğin iyice artması ve tek vücut haline gelmiş olması. Demorkasilerde kuvvetler ayrılığı ilkesi vardır. Bunlar birbirini denetlemeye yetkili kurumlardan oluşur. Bir toplumun topyekun hareketi ancak kuvvetler ayrılığını temsil eden kurumların aynı görüş ve kararlılık içinde olması ile mümkündür. Bu topyekun hareket te ancak ortak değerlerin birleştirici gücü ile mümkün. Türkiye’de bunun olması şu an için mümkün görünmüyor.

Globalleşme de buna benzer bir kavram. Ülkeler kendi değer yargılar, kültürleri ile bir kuvveti oluşturur. Globalleşme; bu kuvvetlerin ayrılığını bazı ortak anlayış ve değerlerle birbiri içine sokan, yapıştıran bir güç niteliğinde değerlendirilebilir. Peki globalleşme içinde neler birbirine girdi ve bu hangi toplumları güçlendirdi, hangilerini güçsüzleştirdi. Globalleşme masalına Rockefeller’in derin amerika ve gelecekte dünyayı yönetme hayalinden başlarsak durum çok dramatik. Çünkü bu felsefenin altında 70 / 90’lı yıllarda en üst seviyeye çıkan hollywood sinema anlayışının da bir silah olarak kullanıldığını görebiliriz. Bu dönem aynı zamanda amerika markalarının dünyayı işgal eden bir virüs olarak kullanıldığı en etkin dönemidir. Yahudi pompalı bu dönemde, bir reklam atmosferinin büyülü dünyasında insanlara nasıl bir uyuşturucu enjekte edildiğini kimse fark edmedi. Bizler de. Bu enjeksiyon; İnsanların kardeşliği ve barışı eksenine yasladı kendi çıkarlarını. Yani bu, hayal edilmesi hoş bir durumdu ve herkes kendini o akışa bırakıverdi. Bu;  müzikle, yaşam tarzlarının deformasyonları ile devam etti… Nasreddin Hoca’nın göl ve yoğurt hikayesini biliriz. Onun sonunu hepimiz YA TUTARSA. diye biliriz. Ama öyle bitmiyor. Hoca bunu söyledikten sonra arkasını dönüp giderken kendi kendine der ki: Bu geveze şimdi bunu herkese anlatır !

Yani hoca bunun olabileceğini şöyle öngörür: O herkese anlatır, herkes te gelir bir kaşık atar. Böylece göl mayalanış olur.:) Rockefeller karanlığının dünya operasyonu da böyle bişey… Bir grip virüsü bedene girer ama bir domino etkisi ile salgına dönüşür… Global dünya operasyonu böyle bir şey işte. Ve bu operasyonda reklam bir atom bombası gibi. Dokunduğunu yakıyor…

Globalleşme tanım olarak aslında masumiyet dolu bir hayal. İnsanların bu hayali sevmemesi çok zor. Arkasından gitmesi de doğal. Ancak bir şart var: O globalleşme bütünü oluşurken senin hangi değerlerin bu puzzle’ın bir parçası. Cevap hiçbiri. Sen başka değerlerin sana ait olmayan yabancılığını çeke çeke bu auraya teslim olacaksın. Manzara, Türk insanı için budur. Türk insanı da bu global inşaatta bir işçi olarak çalışıp durur. Ancak bina bittiğinde seni içeri almayacaklar.

Fakirleşmek konusu ilginç. Hepimiz fakir der geçeriz. Bir özelliği vardır fakirin. O da aç kalmamak için beslenmek zorundadır ve o yiyeceğe doğru gider. Yani global değerlere… Karnınınz doyunca da unutursunuz. Amerika tüm bilimsel ve kültürel uğraşlarını bu tabanda geliştiren ve yayan, yeni bahaneler için kendi etini koparıp yiyebilen bir reklam harikasıdır. Para kavramı ve borsalar endeksinde var edilen ama aslında toplumlar yararına sunulduğu görülmemiş kavramlar bütünün de,  herkesin neden sadece borçlandığına ve tutsak alındığına bakarsak anlayabiliriz.

Konu sadece onların yaptıkları değil. Konu, bunları bilerek kendimizi satmak konusu. Türk tarihi araştırıldığında, medeniyetler beşiği kavramında ne büyük bir yer tuttuğumuz şaşkınlık vericidir. Örneğin Mozart dahi Türk sanat müziğinin tınısını ve derinliğini yakalayamadığı için mutsuz olmuş biridir ve bunu da belirtmekten çekinmemiştir. Uluslararası hukuk kavramını özgürlükler ve değer paylaşımı esasına göre tek uygulayabilmiş olan Osmanlı İmparatorluğudur. Osmanlı’nın bu yayılmacı politikası içinde bir temel unsur göze çarpıyor. Fethedilen toplumların kültür kodlarına dokunulmaması ve kendi düzeni içinde bırakılarak sadece insani değerler ekseninde ve vergilerle refah içinde tutulmaları. Yani Türk hukuk ve ahlak anlaışı içinde bir mozaiğin parçaları. Bu son dönem dünyasının algısına göre barbarlık olsa da Karanlık rüyaların iş başında yaptıklarına bakınca tablo anlaşılıyor . Barbarlık, sinsi yok etme bilincini ve bugünü temsil ediyor.

Bu deformasyonlara bakınca bir soru sormadan edemiyorum. Eskiden yerli malı haftaları yapılırdı. Şimdi yapılsa çocuklar ne götürebilir sizce? Cevabı koca bir hiç gibi..Hiçlik duygusu bir çocuk için geçerli ise; geleceğin de fotoğrafı çekilebilir.

Konunun başında bahsetmeye çalıştığım aynı deniz ve büyük balık küçük balık hikayesi içinde bir konu çok önemli. Bilgi ile duyguların birleştirilerek ateşlendiği tek mermi. İnsan bilgiyle anlayan, duyguyla inanan bir varlık. Bglobal sliah ta işte böyle icat edildi. Yani reklam gerçeği. Stratejik hedeflerle yaklaş, duyguyla vur. Bu silahın kullanımına baktığınızda kadın cinselliği ve çocuksu masumiyet en çok kullanılan, bünyenin reddetmeyeceği konulardır. Hele konu biz isek. Reklam da bunun en büyük sömürüsünü 90 lı yılların sonuna kadar en nahoş biçimiyle kullandı. Yani koca Türkiye sanat için soyundu ama çıplak kaldı…

Ancak hesaba katılmayan bir şeyler hala var. O da insan olma erdeminin ya konu kıtlığından ya da sıkılganlıktan asli değerleri hatırlama çabaları. Bu kavramları Avrupa sineması ve son dönemde İran, hindistan ve uzakdoğu jenerasyonları ele almaya başladılar. Fizik ilmine karşı gelemeyiz. Bir kaos denizine çakıl taşı atarsan bir dalga boyu oluşturur ve etki alanı yaratır. Taş ne kadar büyükse etki alanı o kadar büyür. Bir de bunu düzenlilik içinde atmaya devam edersiniz devamlılık tezahür eder ve zamanla sizin bir parçanız olur. Dünyadan farklı dalga boylarında düşünceler oluşması ve insanlarda yankılanması da bu işte. Hollywood sanallığı da bu dalga boylarının etkisi altına girdi ve  bakış açılarını daha kalıtsal, derin konularda yoğunlaştırdı. Yani bir bakıma 11 eylül bu bakımdan bir sembol haline gelmiştir. Önemli bir hususta bu sembolün globalleşme dalgasında milliyetçi dalgakıranların oluşmasına sebep olmasıdır. Milliyetçilik bir kafatası zihniyeti değildir. Mustafa Kemal bunun açılımını 6 okla belirlemiş bir ilim irfan adamı. Ancak biz bu değerler bütününü sadece söylemlerimizde dillendiren vetüketim çılgınlığına yenik düşmüş bir toplumuz malesef.

Kısacası reklam ve kültür kodlarının ilşkisinin temelinde iyi niyet yoksa reklam berbat bir şey halini alabilir. Ancak reklam asli görevi itibariyle bazı özelliklere sahip olmalıdır. Ekmek yaparken mayalamazsan o hamur tutmaz. Maya’nın buarada temsil ettiği şey senin şifrelenmiş kültürel genetiğinden başka bir şey değildir. Ali Taran bu mayayı kullandığı için mi reklamları böyle sevildi ve gündeme geldi. Evet ! Ona Türkçe Reklamcı diyebiliriz. Ancak bir konu daha var. O da reklam anlayışının soyut ve görünmeyen değerleri süsleyerek iş yapması değil, o değerleri yüceltecek bir misyonla hareket etmesi. Çünkü bunlar kültür kodlarının tekrar enerji yayar bir hale gelmesi gibi olacaktır… Zeki Triko’nıun Güneşi Özledik ilanı gibi… Senin olmayan bir değeri ancak taklit edebilirsin. Bu da ancak kapalı kapılar arkasında saygın olur ve sana ait..miş gibi olur. Bu reklam dışında bir çok sektör ve konu için de geçerli bir davranış ve iş yapma anlayışı. Peki tüm toplum, kişsel alışverişler, iş yapma biçimlerimiz şu an ne yapıyor:

Şu örnek sanırım yanlış olmayacaktır. Fiziki güzelliği seks yapmak için, Ruhi güzelliği sevişmek, aşık olmak seçeriz. Biz hangisini yapıyoruz sizce…? Nasıl seks konusu endüstriyel bir global dayatma ise, aşık olmak ta o derece kuvvetli olması gereken bir içselliktir. Hatta çok daha kuvvetli… Ama nerdee ! Beline kuvvet Türkiye… Daha çook sana ait olmayan yükler altında ezilirsin !

Yorum bırakın

Konsantrayon üzerine – Argün Albayrak

Sabah haberlerini alırken farkettim ve asıl konu işte bu dedim. Konu konsantrasyon. Alışılabilir tanımıyla bir konuya odaklanma meselesi. Beynim hızla bu odaklanma konusunu tarıyor. Dünya, olaylar, toplumlar ve insanlar olarak değerlendirmeye, anlamaya çalışıyorum.

Örneklerle anlatmaya çalışasacağım.

Ne idi Atatürk’ü, arkadaşlarını ve toplumu bu derece tek bir noktada, tek bir düşüncede birleştiren ?  Neydi o onca savaştan galip çıkartan, onca devrimi yaptıran :

Konsantrasyon !

Veya; Ne idi e= mc2 sonucuna onu getiren Einstein’ı , Mozart’ı benzersiz kılan, Leyle Gencer nasıl yorumladı o operaları, ne yaptı  da sevdiklerimizi yakın etti Graham Bell, Van Gogh’a ayçiçeklerini yaptıran ne idi. Renoir, Newton, Orhan Veli kim ve neden onları tanıyor, biliyoruz? Şu Brezilyalı insanlar bu futbolu nasıl oluyor da böyle oynuyorlar?

Cevabını biliyoruz. Büyükler der ki: Allah size kullanın diye bir akıl verdi. Bunun anlamı gerçekten önemli. Çünkü akıl tüm evrende sadece size verilen bir şey değil. Karıncanın akıl sır ermeyen disiplini bizlerde yok. Bir filin Bin km’yi geçen algı yönetimi, bir dişi kuşun yaptığı mükemmele yakın evi yapma yeteneği yok…

Cevap konsantrasyon ! Birşeyi ne kadar çok isterseniz, ona ne kadar çok kafa yorarsanız ve  o konuya ne kadar çok emek verirseniz. Siz o konuda o kadar ayrıcalıklı olursunuz. Bazı sözlerin anlamlarını hiç deşmiyoruz. Başlamak bitirmenin yarısıdır sözünü sözüm ona biliyoruz ama anlamıyoruz…. Çünkü konsantrasyon salt aklın bir işlevi değildir. Konsantrasyon aklın, vücudun, ortamın oratk bir işlevidir. İşinde başarılı olmanın anahtarıdır. Hayatında mutlu olmanın kodları onda saklıdır.

İstersen başarırsın, tüm kalbinle yaparsan olur… Herşey, her gün, hep bunları söyler. Atatürk, İnönü ulaşılmaz zekalara sahip insanlar değil. Onlar, yaşamlarının tümünü kalpleriyle akıllarıyla bu imkansızlıklara takmış ve zor diye yollarından sapmamış insanlar. Onların yaptıkları sana birşeyler söylüyor… Van Gogh’ta öyle Maradona’da…

ABD sadece tüm yurttaşları aynı noktaya baksın diye iki kuleyi de yerle bir etti… Unutmayalım. Niye yaptılar? Çünkü onlar bir ulus devlet kurmadılar… İnsanları, anlayışları, yapıları farklı. Aynılaştırmanın tek yolu ise onlara korku salarak bu bayrak sizi korur, merak etmeyin diyerek konsantrasyonlarını sağlamak. Yazık !

Yani ABD karanlıklarının deği ama buluşun, başarının, güzelliğin ve herşeyin ortaya çıkması için gereken tek şey içinde saklı… Konsantre ol…Odaklan. Leo Burnett’in dediği gibi: Ellerini daima yıldızlara uzat, elde edeceğin bir yıldız olmasa bile bir avuç toprak ta olmayacaktır….Aşkı mı soruyorsunuz ? Hemen anlatayım:

Aşk zordur. Siz çirkin değilsiniz, kötü değilsiniz. Aşksızlık bizlere hep bu soruları sordurtmayı sever çünkü… Hep onu arar ve isteriz ama bulamayız. Çünkü konsantrasyonumuz ; onu bulmaktır, yani aşkı. İnsanların yüzünde bulamazsınız onu…çünkü aşkın kendisi içinize saklanmış bir kere. Onu neden dışarda arıyorsunuz ki… Onun sizi bulması gerek. Eğer buna konsantre olursanız, daha sevgi dolu, daha sağlıklı, daha mütevazi ve  daha bir insan olursunuz. Ve emin olun bu özellikleriniz açığa çıktığı anda aşk sizi bulur… Aslında kendinize sorduğunuz soru: Neden aşık olamıyorum değil, Neden mutsuzum ? sorusu…olmalı.

Aşkı mutluluğunuza çözüm olarak görürseniz. Aşkı kullanmış olursunuz. Bunu da kötü niyetliler veya aptallar yapar ancak…

Bir asker saldırdığı anda öleceğini umursamaz çünkü konsantrasyonu millettir ! Bir ilim adamı çalışırken kendini düşünmez çünkü konsantrasyonu bir buluştur… Bir aşık severken kendini düşünmez çünkü konsantrasyonu baktığı bir çift gözdür ! ve dikkat edin bu insanlara:

Siz başarılarını, hayatlarını alkışlasanız da onların başı önünde ve mütevazidir. Çünkü onlar gerçeği bilecek kadar büyüklerdir artık…

Şimdi tekrar bakın… Ama konsantre olun !

Argün Albayrak

Yorum bırakın

Tarihin bıraktığı mirasa baktıkça o incecik özenin ve yaşanan her an’ı kalıcı bir sanata çevirmenin ustalığını görüyorum.

Tarihin bıraktığı mirasa baktıkça o incecik özenin ve yaşanan her an’ı kalıcı bir sanata çevirmenin ustalığını görüyorum.

Taş sanatının baslangıcı denilince belirgin bir tarih vermek imkansız çünkü eski yapıların hemen hemen tümü taş ve işlenmiş taşlardan oluşuyor. Bu uzun dönemler boyunca taş oymacılığı başlı başına mimari bir sanat. Bugün dünya harikalarının tümünde bunun her tarzını görmek mümkün. Asıl bahsedilmesi gereken konu ise iç mekanlarda kuru sıva üzerine tutkal ve toprak boyaların karıştırılmasıyla elde edilen kıvam ile duvar resimlerinin başlangıcıdır. Bu Osmanlıda minyatür sanatının sona ermeye basladığı 18.ve19.yüzyıllara denk gelmistir. Duvar resimleri Osmanlıda malesef nakkaşlık eserleriyle değil, batının barok ve rokoko desenleri ile yapılmakta idi. Bu çalışmalarda ağırlıklı olarak natürmont ve figure kullandılar. Yani batıdan gelen bu sanat biçimi içeride hiç bir yoruma ve yerellestirmeye uğramadan uygulanmış dolayısıyla bugüne çok ta fazla eser bırakamamıştır. Oysa Türk el sanatlarının geneli düşünüldüğünde iç ve dış mekanlara uygulanabilecek, özgün binlerce yorum, uygulama tekniklerinin de gelişmesi ile işlenebilir, yaşatılabilinir ve dünyada eşi benzeri olmayan yepyeni bir yorum hayata geçirilebilirdi.

Mekanların iç ve dış süslemeleri ile ilgili benzersiz örnekleri de Katori taşı işlemeciliğinde görmek mümkün. Kalker taşı diye de bilinen bu taşın ustaları ağırlıklı mardin-midyat bölgesindedir. Akıl almaz incelikte işlenen ve binalara benzersiz bir sanat eseri görünümü veren bu işçilik halen devam etmekte ve desteklenmektedir. Benim de aslında ilham aldığım nokta tam da burası. Aynı inceliği ve özeni farklı taşlarda renkli olarak uygulamanın ve mimaride kullanımının mümkün olup olmadığını uzun süre araştırdım. Taş oymacılığı, duvar resimleri ve eski türk sanatlarını harmanlayabileceğim bir kavram olması için uğraştım. Bazı teknikleri, boya tiplerini araştırırken bunun ancak deneme yanılma yöntemi ile olabileceğini fark ettim. İşte bu gerçekten kafa yormamı gerektiren uzun bir süreç oldu. Kullanacağınız tekniğin kalıcılığı ve uygulanabilirliği önemliydi. Bu dönemde çok farklı kombinasyonlar deneyerek ilerledim ve travertende karar kıldım. Gerek yüzeyi ve gerekse yüzeyindeki doğal dalga ve damarlar uygulama esnasında en iyi sonuçları verdi. Bu noktadan sonra çalışmalarımı biraz taş üzerinden çekip kağıt kaleme yoğunlaştırdım çünkü önemli olan neyi, nasıl yorumlayıp aktaracağım noktasına geldi. Bu en önemli nokta çünkü kendinizi bu sonsuz denize bıraktığınızda kaybolmamanızın imkanı yok. Osmanlı, İslami eserler, uzak ve yakın doğu süsleme sanatları, mimari yaklaşım ve uygulamalar, tezhip, hat, çini, ebru, kaat-ı gibi sanatlar sizi içine alıyor. Bu noktada doğru seçim ilk once kavram oluşturmaktan geçiyor. Ne yapmak istediğinizi bildikten sonra size en iyi sonucu verecek sanat dalını ve yöntemini daha rahat belirleyebiliyorsunuz. Benim hem arşiv zenginliği hem de büyük merakımdan olsa gerek ilk yapmaya karar verdiğim uygulama “Tuğralar” oldu. Bugüne kadar yapılmış bir çok örneği inceleyerek özgün bir yorum oluşturmaya çalıştım. Burada renk, süsleme ve eskitme tekniklerini uygulayarak farklılıklar yakalayabileceğimi gördüm ve işe giriştim. Kaç taş harcadığımı bilmiyorum. Bir ara neredeyse bu işi beceremeyeceğimi dahi düşündüm. Ama inanın öyle bir büyüsü var ki bu işin konsantre olduğunuz anda baska hiç bir şey düşünemiyorsunuz. Öyle de oldu. Sonunda inandığım birşey çıktı ortaya. Bunun beyhude bir çaba olmadığını kendime kanıtlamak için de yaptığım bu taşı herkese gösterdim. Yorumlarını aldım. Söylenen herseyi tek tek aklıma yazdım. Tepkiler genellikle olumlu oldu. Bunun motivasonu ise gerçekten farklı. Yaptığınız birşeyin beğenilmesi ve sizin o beğeniyi karşınızdakinin gözlerinden okuyabilmeniz çok iyi bir his veriyor insana. İşte o gün bugün devam ediyorum. Uzun süre bu taşların mimari uygulamasından uzak durmayı tercih ettim. Çünkü yaptığınız şey tek başına güzel görünse de duvarda onu nasıl uygulayacağınız ve nasıl duracağı önemli. Bu ayrıca uğraşılması gereken bir konu idi. Bu konuda da mimarlarla çalışmam, öneriler almam gerekti. Sonucunda şu ana kadar hiç uygulanmamış bir teknik geliştirdim. Tamamen özgün diyemeyiz ama farklı bir teknik. Bunun uygulama taslaklarını ilk once kağıtta, sonra bilgisayarda denedim. Bilgisayar demekten çekiniyorum çünkü yaptığım şeyde bilgisayarın katkısı olup olmadığını merak edenler var. Hemen söyleyeyim kesinlike yok. Herşey tamamen elle uygulanıyor. Bilgisayar bu uygulamadan sonra mimari tatbikinin nasıl yapılması gerektiği konusunda pratik bir yardımcı o kadar. Çünkü metrekareler düşünüldüğünde bu taşları tek tek yere dizerek tüm duvarı oluşturamıyorsunuz. Ancak bilgisayar onları yanyana koymanıza yardımcı oluyor ve çıkan eseri daha net bir gözle tetkik edebiliyorsunuz.

Taşlar belirgin bir kompozisyon veya tek tek her alanda kullanılabilinir ancak mekanın genelinde değil de tek bir bölgesinde kullanmak daha iyi sonuçlar verir. Örneği şömine üstleri, sütunlar, merdiven boşlukları, antre-giriş bölümleri, banyonun bir duvarı gibi. Zaten ben de bir mekana baktığımda bu konuda öneriler getirebiliyorum. Bunun dışında yapılan tek bir taşın çerçevelenmiş halleri bir tablo gibi de istenebiliyor bazen.

Herşey bir çaba ve konsantrasyon ile istenilen seviyeye gelebiliyor. Bunun için de yeterli tüm bilgi ve donanıma sahip olup onu iyi bir sekilde damıtmanız ve sonucunda özgün bir tarz elde etmeniz gerekiyor. Bu, genel haliyle bakıldığında bizim ülkemizin bir problemi. Hiç birşey hakettiği uzun soluklu yolculuğa dayanamıyor. Sebebi aslında basit. Geliştirmek için uğraşmamak, kendi içimizde tıkanıp kalmaktan kaynaklanıyor. Bu sadece bu sektör için geçerli değil, hemen her sektörde aynı sıkıntı, aynı hazırcılık söz konusu. Bu da rekabette İtalya gibi ülkelerle aramızda gerek sanat, gerekse sanatın pazarlanması konusunda ciddi farklar yaratıyor. Dikkat edin, orada bir küvetin, bir sandalyenin veya bir parça seramiğin bile altında kişi adı ile geçen sanatçı imzası yer almaktadır. Bu o parçanın değerini misli misli artıran, pazarlandığı ülkelerde artı değer sağlayan ince bir nüansdır. İnsan böyle çabaların içine girince bu farklılıkları daha iyi süzebiliyor.

Bu da benim amaçlarım arasında yer aldı. Yani bir başlangıç noktası. Benim gibi veya benden farklı ama özgün işlerle uğraşan daha çok insan olmasını arzu ediyorum. Bu zenginlikleri iyi tanıyan, tanıdıkça öğrenen, yeni yorumlar, zenginlikler katan insanlar olmasını hayal ediyorum. Düşünün. Şu an taş üzerine bu tür uygulamaları yapanlar var… transfer baskı ile bir hat veya sultanahmet gravürü basıyor ve kapalıçarşıda tezgahlarda bunu hediyelik eşya olarak satıyor. Ve muhtemelen onu yapan kişi bu yazıyı okursa – Hadi canım biz de aynısını yapıyoruz – diyebiliyor. Ama ben aynı şeyi yapmadığımızı hatta uzaktan yakından ilgisi dahi olmadığını biliyorum.  İşte bunun da arasında olduğu bir çok zorlukları var bu sanatın ama bu yola baş koyacakların şunu da bilmesi gerekiyor. O da sadece kendi yolunda yürüyüp başarmanın verdiği benzersiz mutluluk… Zaten herkesin biraz da aradığı bu değil mi?

Tarihin yol aldığı ve durmadan değişen gelişen medeniyetlerinde birbirine benzeyen-anımsatan veya etkilenen bir çok çizgi var. Aynı kullandığımız diller gibi. Düşünsenize çok eski çağlarda şu an Türkçe olarak kullandığımız dil moğollar tarafından kullanılıyordu. Oradaki bir çok kelime şu an Türkçede kullanılan kelimelerle aynı. İpekyolundan doğuya doğru ilerlerken bir çok Türkçe konuşan boylarla halen karşılaşabiliyorsunuz.  Çok eskilerde kavimler batıya doğru ilerledikçe içiçe geçmiş ve birbirinin dilleri gibi kültürlerini, sanatlarını da kendi anlatımlarının içine almış ve değişime uğramış. Şimdi ise global dünya dediğimiz birbirinin içine tam anlamıyla girmiş bir dönem yaşıyoruz. Bu aslında sanatta yepyeni yorumların, etkilenişlerin de dönemi. Bunu resimde, grafik sanatında, moda ve müzikte açıkca görmek mümkün. İşte bu da bir ilham kaynağı olabilir. Geçmişi ve bugünü global bir yorumla tekrar hayatın içine sokmak.İşte bunu yapmaya çalışıyorum.

Kötümser olmamak kaydıyla dünyanın bir tükeniş dönemi yaşadığını düsünüyorum ve bu tükenişle birlikte eskiye keskin dönüşler olduğunu da söyleyebilirim. Yeni, şaşırtıcı diyebileceğimiz bir şey yok…herşey tanıdık, herşey bir öncekinin gelişmiş versiyonu… İcat, buluş artık yok ! Bunu sanatta, siyasal alanda da görmek mümkün… Tüm bunlarla birlikte manevi değerlerde de bir yükselme devrine girdiğimizi görebiliyorum. Tabii bunların hepsi belki de insan ömrüne sığmayacak kadar uzun süreçler ama araştırdıkça ve önünüze belirgin örnekler geldikçe az çok kestirebiliyorsunuz yarını.

Peki tüm bunlar niye?

Aslında tüm bunlar uzun bir yolculuk olan reklamcılığın bana armağanı. Bir bakış açısı. Bir çok meslektaşımın içinde taşıdığı sessiz bir isyan. Tüketim toplumunun en eleştiriye açık mesleğinin size zorla düsündürttüğü bir gerçek.

Benim için de öyle oldu. Bir gün geldi hayatıma baktım. Dostluklara baktım. Hayat içinde ne için koştuğuma tekrar tekrar baktım ve şu sonuca vardım.

Hayat bize çok ta şans tanımıyor aslında. Bir yolculuğa çıkıyoruz ve o mücadele içinde odağımızı, benliğimizi yitiriveriyoruz. O düşünce yapısına, o rekabete, o jargona uygun insanlar, mekanlar, yükümlülükler arasında kayboluyoruz. Ama kazanım dediğimiz şey işte bu sürecin sonunda kendimizle yüzlestiğimiz anda geliyor. “Ne yapıyorum ben” sorusu kafanızın içinde durmadan çınlıyor… Aslında bir nevi depresyon bu. Bundan once yaptığınız şeye karşı isteksizleşmek, hırçınlaşmak, arayışlara girmek ama bir türlü karar verememek. Depresyon da bildiğim kadarıyla insanın karar verme yetisinin kaybolması ile ilgili bir durum. İşte ben de bu süreci yaşadım. Kalabalıktan biraz uzak ama kopuk olmayan, kalıcı değerleri olan ve arkama baktığımda – evet, yaptım. Başardım – diyebileceğim bir hayatı hayal ettim. Yeni taşındığım evde bahçedeki ağaçların dibini süslediğim taşları renklendirerek ve desenleyerek uyandım ve gelişimi hep sevdiğim bir yöntem olan okumak, araştırmakla oldu. Bugün de bunları sizinle konusabilecek, anlatabilecek bir duruma geldim. Güzel bir hobinin ötesinde bir yaşam kültür biçimi oldu benim için. Ama bilinmesi gereken birşey var. O da bu yolculukta alçakgönüllü olmanız gerekliliği…çünkü emek verdiğiniz iş aslında yüzyılların, inançların, felsefelerin, binlerce sanatçının ve yaşamın bugüne armağanı. Ben biliyorum! diyemezsiniz. Küçük bir alıntı ile tarif edeyim. Vav* harfi İslam felsefesinde çok önemli bir yere sahiptir… İnsan Vav şeklinde doğar, biraz doğrulunca kendisini Elif sanır oysa insan iki büklüm yaşar ve en doğru olduğu gün ise ölmüştür. Vav Kainat, Elif Kainatın anahtarıdır ! Bugünün yaşam felsefelerine uyarlamak gerekirse Vav, alçakgönüllü bir yaşamın huzurundan ve alçakgönüllüğünün, sabrın ve inanmanın ödülünden bahseder bize… Bu yüzden belki de yaptığım şeye inanıyorum cünkü bana hergün yepyeni bilgileri öğrenme fırsatı veriyor, sabretmeyi öğütlüyor sessizce… Ve ortaya bir eser çıkıyor ! Bu işi bana tarif et deseniz size “kalıcılığı olan, dingin ve özgün bir yaşam” diyebilirim. Çünkü bunu “ ben iyi yaşadım” diyebilmek için yapıyorum.

Vav*: Allahın Vahid olan adı. Birliğin simgesi… Bir ceninin anne karnındaki şekline benzer. Bu yüzden insan vav şeklinde doğar denilmiştir. Ebced hesabında 6 rakamına denktir ve imanın 6 şartını temsil ettiği söylenir. Aynı zamanda iki cümleyi veya özneyi bağlayan bağlaç (ve) dır. Hat sanatındaki en özgün uygulamalarının Bursa Ulu Camii’ndedir.

Arün Albayrak

Yorum bırakın

V’AV Harfi ve Bugüne uzanan Felsefesi – Argün Albayrak

V’av Harfi üzerine:

V’av zenginliği, bana taş sanatının bir armağını. Türk İslam Sanatlarını incelediğim dönemde derinliğine ancak vakıf olabildim. Arapça kökeni itibariyle ‘V’ harfini simgeliyor ve VAV diye okunuyor… Vav üzeriden anlatılan bir çok efsanevi hikaye, anlam mevcuttur. Bu felsefeler bütünü, okundukça anlaşılıyor ki; Biraz da insan olabilme vasıflarını, yaşamı ve değer yargılarını dikkatli bir biçimde değerlendirmemize neden oluyor. Şaşırtıyor ve bugünümüze de rehber olabiliyor.

V’av, şekli itibariyle; Ana rahminde kıvrılmış yatan bir cenini simgeler nitelikte. Yine bu şekil ters çevrildiğinde secdeye varmış bir insanı temsil eder. V’av, Allahın ‘Vahid’ ismini, birliği işaret etmektedir. Arapça kökenli bir matematik hesabı olan EBCED’e göre de V’av ‘6’ sayısını temsil eder. Ecbed önemli ve derin bir mevzuat. Bu hesaba göre; Arapça’daki her harfin matematiksel bir değeri bulunmaktadır. ‘Hisab-ı Cümel’de denilmektedir. Kuran ı Kerim içinde gizlendiğine inanılan bir çok mucizevi konu ve olay dai bu hesap ışığında oluşturulmaya çalışılmıştır. V’av harfi bunun dışında, bir bağlaç olarak ta kullanılır. Aynı bizim ‘ve’ gibi… Ama bu bağlaç aynı zamanda felsefi yorumlarda; Dünya ile ahiret arasındaki bağı da simgeler !

Hat ve tezhip sanatlarında V’av, meşhur üstadların sıkça yorumladığı bir grafik değer de taşır. Şekil itibariyle tek bir fırça hareketi ile oluşturulan V’av; bu açıdan önemlidir. Çünkü o her bileğin, bir harekette çıkarılabileceği bir şey değildir. Zaman içinde çok ustalaşan bileklerin belki başarabileceği ve aynı imzada olduğu gibi, herkesin kendi farklılığını taşıyacağı bir inceliktir. Bunu çalışırken kağıdınızın açısı ile bileğinizin yönü arasında ancak gözün ve konsantrasyonunuzun belirleyeği ince bir duygusal hesap vardır ki; Herkesin harcı değildir. Neden herkesin harcı olmadığını söyleyeyim. Çünkü bu iş ona kafa yatırmanızı ve bıkmadan usanmadan çalışmanızı gerektirir. Boşuna üstad demezler insana, değil mi?

V’av’a devam edelim. 6 rakamını simgeleyen V’av harfi için; İmanın 6 şartını simgelediği söylenen kabul görmüş bir gerçektir. Allaha inanmak, Onun Meleklerine inanmak, kitaplarına inanmak, Peygamberlere inanmak, kaza ve kadere inanmak… Bunlar iman etmenin şartlarıdır. Bu kavramları, Kuran ı Kerim dışında, insani felsefeler açısından değerlendirdiğinizde bugün ile şaşırtıcı bağlantılar kurabilirsiniz… İslam felsefelerinde V’av, vahidiyet ihtiva ettiği için, Allahın birliğini temsil ettiği kabul görmüştür… Bugün ile ilgili olarak ta ilginç ve çok öne çıkan bir felsefesi vardır bu harfin!

V’av’lardan Sakının! Der… Nedir bu sakınmamız gereken V’av’lar: Vali olmak, Vezir olmak, Veli olmak, Varis olmak, Vasi olmak, Vekil olmak… V’av der ki; Yaşam içinde bu V’avlardan biri olursanız veya o durumda kalırsanız ‘ölçülü’olun…Pür dikkat olun ki; İnsan olma vasfınızı bu durumlarda ölçebilin. İnsanlar nezninde ve ahirette bu kavramlar, sizin ölçüldüğünüz en önemli değer yargılarıdır. Tüm Osmanlı hukuk sisteminin salt İislami bir yönetim biçimi olduğunu düşünmek yanlıştır. V’av’ı anladığımızda; Bu öğretinin çok derin bir rehber niteliğinde olduğunu görürüz. Zaten kitap ta bir kutsal yaşam rehberi değil midir? V’av felsefesinin bir insan öğretisi de şudur. İnsan V’av şeklinde doğar ve biraz doğrulduğunda kendisini ‘Elif’ zanneder. Oysa insan ancak öldüğünde Elif vaziyetine bürünebilir. Bu anlatım bize şunu anlatmak istiyor: Ana rahminde, başın önünde doğdun. Tüm yaşamın boyunca mütevazi ol. Kendini Elif gibi dimdik zannedip te mütevazilikten ayrılma. Yaşam denen bu armağının bir gün son bulacağını bil. İnsanlara karşı, kendini daha üstün bir yere koyma… V’av dünyayı ve bu mütevazi duyguyu anlatır. Elif ise insanın bu sınavı tamamladığı, yani artık dimdik olabileceği Ahiret halidir… Din olgusuna körü körüne inanıp, bilgiyi ve yüzyıllar içinde oluşan bu felsefeleri es geçmek imkansız. Kuran ı Kerim ; İçinde yaşadığımız ve daha biz doğarken dikte edilen doğruları alayabilmemiz için  önce: OKU ! der… Tek bir harf üzerine inşa edilen bu felsefelerin bugün dahi geçerliliğini korumasının altında  yatan gerçekleri keşfetmemiz gerekli. Bilgiyi, keşfi ve yolculuğumuzu adım adım o sona hazırlıyoruz, korkuyla karışık olsa da bir bilinmeze gidiyoruz. Bu yüzden atacağımız adımlar bazen yanlış olsa da, o son noktaya geldiğimizde kalbimizde bir huzur olmasını istiyoruz. Bunun için sevmek ve sevilmek için aslında tüm çabamız. Arkada bizi seven insanlar bırakabilirsek; Mirasımız da onların hatıralarında yaşamaya devam edecek. İşte bu çaba paha biçilmez bir sonsuzluk verecek her birimize… Bu felsefeyi anlamadan bilmeden küçülten ‘din tacirleri’de, ümid edelim de kendilerini ‘Elif’ zannetmekten vazgeçer… ve V’av haline geri dönerler…

V’av’nı en güzel hat ve tezhip örnekleri bu topraklardadır. Türk üstadlarının eseridir ve Bursa Ulu Camii’de durmaktadır…  En kötüsü de bunun derinliğini görüp te sadece ‘Vaaoovv’ diyerek, kahkahayı patlatanlar… malesef bu hayatta onlar çok.

Argün Albayrak

1 Yorum

Bu dünyaya fazla gelen Çocuklar ve Anneleri için… Argün Albayrak

Sessizce yazıyorum. Kutsal An’ı hiç yaşadınız mı? Kutsal An,  basit görülen bir olaya  verilmiş isim sadece. Birbirinin gözünün içine bakarak, hiç ayırmadan ve sessizce düşünmenize denilir. O iç sesin, gözlerinden akıp, hiç bir yere değmeden karşındakinin gözlerinin içine girer. Şimdiden söyleyeyim. Buna dayanmanız zor. Çünkü tüm içiniz karşıya giderken, alışık olmadığınız bir rahatlık yaşarsınız. Belki de panik…Bilemem !

Peki hiç otistik birinin gözlerine böylesine dalıp gittiniz mi? Çok zor. Çünkü o sizin yerinize utanır ve kaçırır gözlerini. Korkudan değil, yaşadığınız dünya bilinci onun gözlerinde sizinki gibi değildir. Bu yüzden bakmak istemez. Sizi öyle bir dünyada görmek onun ruhunu parçalar…  Bir mana vardır o donukluğun içinde. Hep dışardan tanımlanır yüreği, hiç açık vermez. Hiç ona soran olmaz… Bazen sessizce izlemeye koyulursunuz. Başı önünde ve düşüncelidir aslında. İlgi göstermez bu dünyaya ve sizi de içine çeker yavaşça ve anlamanızı sağlayarak… Tedavi, biraz da bu dünya bilincine ait olmak demek değil mi? Bu dünya’da konuşan, içen, sevişen, kazanan, eğlenen ve sonu gelince tedavi olan herkes ‘ne olur biraz daha’ diyerek tedavi olur… Bu doğru. Ama bir de içerden bakın! Orada hayat öyle değil. Orada, küçücük kalbinde atan başka bir dünya var. Sevmeyi bilen, ağlamayı bilen ve duygularıyla yönettiği kocaman bir dünya var orada. Yaptıklarımız geçer akçe değil, ruhumuz şımarık aslında… Göremiyoruz, anlayamıyoruz belki de…

Ben her zaman vakit geçirdiğimde seninle, işte böyle oluyorum… Yetersizliğim, senin gözlerinle yazdığın cümleleri anlamaya çalışıyor… Bir de bakıyorum, gözlerim sana takılı öylece dalmışım. Bana verdiğin bu huzuru, dünya bir türlü veremiyor çocuk. Yanında olmak istemem aslında biraz bencilce, biliyorum… Ama bırak biraz daha kalayım bu salıncakta… Bir ileri, bir de geri değil mi zaten dünya ! Bağırmıyorum sana artık. Duyduğunu biliyorum… İçine girmeye çalışan bir yalnızlık benim ki… Her zaman yaptığın gibi, boşver gitsin ! Bu dünya değil mi, beni böyle yalnız yapan, aciz bırakan. Seni kıskanmak suç mu? Zihnindeki o koskoca özgürlüğü istemek, suç mu?

Gel zaman, git zaman… Bir varmış, bir yokmuş dediğim bu masalın içindeyim şimdi. Seni görüyorum. Seninle gülüyorum. Beni kabul ettin sen. Ben hiç birşey yapmadım. Sana dışardan bakan gözlerim bundan önce sana yapılan herşeyi gördükçe utanıyor. Geç uyandım ben çocuk… Gel sessiz bir yer bulalım. Bir uçurtma yapalım…sadece koşalım peşinden. Kahkahalar atalım. Sonra da düşüp çamurlara bulanalım. Yapalım be çocuk… Hiç konuşmayacağız. Söz… Bak bu dünyada bir şarkı var. Adına aşk şarkısı diyorlar. Ben ise sana söylüyorum sadece… Aşkı anlamak için kendini unutmak gerekmez mi? İşte şarkın:

Seni düşündüm. Dün akşam yine. Sonsuz bir umut doldu içime… Bir de kendimi düşündüm sonra; Bir garip duygu çöktü omzuma… Hani ıssız bir yoldan geçerken, hani bir korku duyar da insan. Hani bir şarkı söyler içinden. İşte öyle bir şey… Hani eski bir resme bakarken, hani yılları sayar ya insan. Hani gözleri dolar ya birden…İşte öyle bir şey….

Böyle bir şey değil mi Çocuk… Böyle senin dünyan !

Argün Albayrak

Yorum bırakın

Bu masaya ‘OH’ ile oturan ‘OF’ ile kalkar…Sessiz Delikanlı ağıtı ve Rakı Kültürü

Sessiz bir ağıttır şu bizim rakı kültürü. En hası Ege sahillerinde ve şehr i İstanbul’da nam salsada, Kurtuluş döneminde Kuva i Milliyecilerin Anadolu illerinde halkla sık sık memleket sohbetlerine eşlik ettiği bilinir. Zamanının kıraathaneleri, gün batımında sandalyeleri ters çevirse de, içeride gaz lambasının aydınlattığı bir kaç masa, dandik muşambalar üzerinde rakı sofrasını kurarmış. Bu fakir sofralarda biraz beyaz peynir, bol salatalık ve maydanoz, fındık , leblebi ve mevsim uygun ise biraz da sulu kavun bulunumuş…. O zamanlar musiki sesi pek az yerde icra edilir, taş plak gramofonları ise kıraathanelerde olamayack kadar pahalı imiş… Pek dramatiktir ki; O dönemlerde gramafonlar zaten henüz kaydı olmadığı için Türk musikisi çalamıyordu. Batılı senfonik eserler dışında bulmak imkansızmış. Hal böyle olunca, bu mütevazi sofralara ya insanların aşka gelip söylediği şarkılar ya da bölgenin bağlama bilen gençleri eşlik edermiş.

O zamanların tek ortak konusu memleket. Ne konuşulacak başka? Herkesin sevdası bir, toprağı bir, memleketi bir, korkusu bir. Ama kimse yalnız değil. Sobanın yanına kurulmuş masada otuzlu yaşlarında dört genç, masanın arkasında bir sandalyede, onlardan gelebilecek bir isteği bekleyen henüz on’lu yaşlarında bir delikanlı ve kıraathane sahibi… Bu tablo Anadolu’nun her yerinde yaşanmış, yokluk içinde de olsa bir gönül bolluğunun resmidir. Kolay mı be ! Yedi düvel mutluluğuna, ektiğin toprağına göz dikmiş. Sevdiğinin gözlerine ıslak ıslak bakıyorsun, bir gelecek korkusu yüreğinde. İçmeyip te ne yapacaksın? Ama öyle değil işte bu kültür: İçeceksin. Belki ‘of’layıp bir nara göndereceksin gökyüzüne. Sabah olacak, ananın elini öpecek ve sırtında bir kırık mavzerle yola düşeceksin. Sessiz dualarla ilerleyeceksin. Bir kolunda hasret, diğerinde umut ve sırtında dünyanın ağırlığıyla ‘Hücum’ sesini bekleyeceksin. Kolay mı be ! Yüzünü bile görmediğin Kemal’ine bir dost yüreği armağan eder gibi saldıracaksın… Kolay mı beklemek çorak bir siperde, sevgilinin haberciyle gönderdiği özlem türküsünü; memleket çok uzak ama hiç görmediğin topraklarda memleket kavgası vermek kolay mı? Uzaklardan bir kağnı sesi gelir, aşkın rüyalarından sıyrılıp siper alırsın. DUR! Yolcu narasıyla mavzerinin horozuna dokunursun… Bir ses gelir uazaktan: Fenerbahçeden mermi getirdim. Size haberlerim var !

Fenerbahçeli haberci yorgun. Bir ateş etrafında toplanır yiğitler. Şıkır şıkır mermiler arasında bir kapalı sandık açılır. Herkes Şaşkın: Size biraz rakı, biraz da leblebi getirdim. Paşanın selamı var, Tekirdağından geldi. Rumlar Yunan’a kaçırırken kurtardık. Varın, birer mermide kafamıza dikelim. İşte böyle çıkmış bu söz. Hadi bir mermi de Yunan’a… Haber sohbetleri sonrası sıra gelirmiş Papazın çayırında kurulan sarı beyaz renkli topçuların hikayelerine… Anlatırmış haberci: Bir patlattım, bir kafa…diye. Mübarek kavga anlatıyor sanki. Ama o zamanların memleket hırsı bizim topçulara da sirayet etmiş ki; her maç bir memleket onuru gibi yaşanmış.

Tüm bunlar olurken, İstanbulun Galata Rum Meyhanelerinde musiki eşrafı zorla İngilizlere hizmet eder, şarkılar söyler ve içki ikram edermiş. Şimdiki Galatasaray’da profesyonel İngiliz boksörlerin karşısına yiğit ama çelimsiz Osmanlı delikanlıları çıkartılırmış. Bu İngiliz boksörlerden birinin adı Jim. Ve seyirci de el şaklatarak tezahürat yaparmış: Jim Bom bom ! diye… Bunlar gerçek ! Bunlar yaşandı bu topraklarda…

Kurtuluş sonrası memleket yeniden kurulurken de rakı kültürü başrolde. Delikanlılığın tüm jargon ansiklopedisi o olmadan yazılmazmış. Erkek adam dediğin sevdalı olacak, rakıyı sessiz ve iyi içecek, bir de konu dost olunca, memleket olunca ona ters yapılmayacak. Gerisi hikaye. Böyle nam sahibi kabadayılar yazmıştır bu kitabı. Tüm memleketin yanağında patlayan bir Osmanlı tokadı gibi hafızalara kazınmıştır. Bir de şu İstanbulun kayıkhanelerde başlayan  muhabbetleri vardır. Musiki heyetinin içinde bulunduğu sandal Kalamış açıklarına çekermiş. Nevalesini de aynı saatte hazır eden üç beş dost kayıklarda toplanır. Arkalarından kürek çekerlermiş. Sonra musiki sandalının etrafında toplaşılır, bir yandan fasıl dinlenir, bir yandan da rakılar tokuşturulur, balıklar pişermiş. Musikinin hesabı kayıkhanede ödenirmiş. Denizden gelen Ud sesiyle, inleyen naralar ve nağmeler balkonları doldururmuş… Bu dönemde pavyonlar bir numara mekanlar. Türk musikisi başka, konsomatrisler başkaymış.  Zamanın konsomatrisleri, delikanlıların himayesinde yaşayan birer namus abidesi ve en gizli sırların paylaşıldığı birer gizli kasaymış. Müşterisinin bir bakışta ruh halini anlayan, ona göre bir işaretle tüm haliyetini değiştiren birer tılsımmış onlar. O zamanlar çoğu Rum kökenli olan bu Türkiye sevdalı bu kişilerin en önemlisi şüphesiz Madam Despina’dır. Moda’da güzelliği ile nam salan Madam Despina bildiğim kadarıyla Gökçeaadalı. Yunanistan’a göçmeyi kafasına koyan ailesini elinin tersiyle itmiş ve İstanbul’da kalmış. 1946’da açtığı Madam Despina’nın yeri ile de gönüllere, delikanlı ve aile sohbetlerinde yerini almış. Her müşterisine dünyaları vermiş ama tek bir şey istemiş. Efendi olun! Rakı alma kültürünün altında yatanlar daha binbir hikaye, binbir insanla süslenir… Sanatın, Aşkın, siyasetin, dostlukların hepsine bir çay bardağı da olsa tekirdağının rakısı ve bir parça ud eşlik eder. Başı önünde, yalnız takılan birini görürseniz, hele bir de rakısı önündeyse, ilişmeyin… Bırakın içsin! Şarkı bitince de kalkmazsa, bırakın orada. Yanına biraz da beyaz peynirle, su ve rakı da bırakın…

Kur masayi Madam Despina…Kirli beyaz, musamba örtüleri ser…Çek sediri asmanin altina… Yaninda bir ince Müzeyyen abla…Yine mi güzeliz, yine mi çiçek… Hamdolsun

Taze mi bitti topik…Canin sagolsun…

Argün Albayrak

Yorum bırakın

Ne yapsam Boş! – Argün Albayrak

Ne yapsam boş… Bir yara içimde. Sebebi belli, kendisi yok.
Adımlarım nerelere de götürse beni… Bir isteksizlik gönlümde,
Yarım kalan bir şeyler var, ne ile çarpsam boş… Ne ile toplasam eksik.
Hep seni mi hatırlamam lazım… Hep sen mi çıkacaksın karşıma!
Bu kiracı duygusundan mı ne… Sahip olamadım hiç birşeye.
Ben çiçek severim, dinle ! Ama sana vermeyi isteyecek kadar severim.
Ben uzun yol severim. Uyuklarken hayalimde, hep sana geleceğimi düşlerim.
Mutluluk sensizken sadece şımarık bir kahkaha.
Çünkü ben mutluluğu, seninle göz yaşı dökerken bilirim.
Kadehlerim hep boş. Doldursam da hep..Yine de boş.
Ben seninle dolmayan bu hayata içerim…
Bir şarkı mırıldanır kulağıma, birden irkilir yüreğim:
Bu ses, senden geldi diye eşlik ederim.
Bir aşk parçasıdır eskilerden. Bizi anlatır.
Ben de gözlerimi kapatır: Hep seni söylerim…
Sensiz voltalar attım ben bugünlere…
Dünya bir açık hava maphushanesiydi ve ben bir ileri, bir de geri.
Kıramadım o duvarları,
Ardında sen olduğunu bile bile.
Gelemedim yanına.
Şimdi aynı maphusta, sessiz şarkılarımıza devam ediyorum.
Ama gördüm ki; Hep aynı şarkıyı söylüyorum.
Ben seni çok özlüyorum !

Yorum bırakın

Lovemark dedik… Bakın ne oldu! Ah 6S – Argün Albayrak

LOVEMARK dedik…Aşk Markaları dedik… Bunun dünyada yeni pazarlama anlayışına bir bakış açısı olduğunu ve nasıl başarılabileceğine dair örnekler verdik… Bunu GS’nin mor ve sonra da somonlaşan forması üzerinden anlatmış ve  yazmıştım. Çok olumlu tepkiler geldi. Çünkü o yazı da bir fenerlinin fanatizm duyguları yoktu. Tam aksine bir Fenerbahçeli olarak, bir aşk markası olan GS’nin yanlış yaptığını yazmıştım. Ama bir sevgili dostum…Bana LOVEMARK konusunu araştırmamı önerdi…ve olmamış dediJ  Ben de araştırdım… Yorumunu buraya yazmasını rica etmiştim ancak yazmadı: Önce onun yorumunu isimsiz olarak veriyorum:

Argün bu yazının bir çok yerine itirazım var da en mühimi şu renk mevzusu dedim ve bodoslama daldım:

“Yani siz Galatasaray Aşk markasının ( Lovemark) kurumsalına dokunamazsınız.” demişsin. Bi takımın (markanın) renkleri midir onu (markayı) LOVEMARK yapan? Sana göre böyle. Ve bütün yazıyı da sırtına buna dayayarak yazmışsın. Olmuş mu? Olmamış. Senin bu iddiandan yola çıkarsak Ford siyahtan başka araba üretmemeliydi. Ya da en baba LOVEMARK vosvos’lar tek renk olmalıydı mesela. 2000’den sonra bir çok veledin GS’li olmasının sebebi SARI KIRMIZI mıdır mesela o vakit? Ha keza kimse SARI KIRMIZIYA dokunmuyor. O SARI, o KIRMIZI zaten o formada var. Şimdi şu yazıyı bir Real Madrid’li, Barça’lı, bir Juventus’lu okusa ne der? Somon rengini Barçalı Katalan kardeşlerimiz defalarca giydi. Real Madrid’in bir diğer forma rengi siyahtır mesela. Resmi renkleri BEYAZ/EFLATUN olmasına rağmen. İşin pazarlama tarafına gelince, futbol endüstrisi diye bi nane var senin de bildiğin gibi. Ve her kulüp bu naneden yemek zorunda. Cukkan sağlam olacak yani. Forma satacaksın, bilet satacaksın. Galatasaray’ın mor formaları iş yaptı mı? Yaptı hem de gayet iyi yaptı. Somon yapar mı? Neden yapmasın. Forma aşkı mevzusu, Metin Oktay’larda kaldı, Lefter’lerde kaldı. Yoksa Stoch SARI/LACİVERT aşkına mı attı o imzayı? Ayriyetten şampiyonlar liginde çeyrek finali göremezsen, ligi birinci bitiremezsen, uefa’yı alamazsan… hiç kimse ne sırtına giyer ne de gider yenisi alır o formanın….Yazan EK. Reklamcı

Bu yorum EK’nın kişisel görüşüdür. Ancak şöyle bir konu var. Ne kadar hislerin aritmetik sonuçlara dönüşebildiği satış odaklı bir iş yapıyor olsak ta reklam bir ilimdir ve bazı doğruları hiç değişmez… LOVEMARKS kavramı da öyle… Bakın onun için özel bir site bile var: www.lovemarks.com. Milyonlarca analiz ve tanımı içeriyor. Burada önemli olan bir sonuç var. Lovemarklar kategorilere ayrılmış. Çünkü elma ve armut karşılaştırılamayacağı için sektörler ayrı ayrı değerlendirilmiş…Spor dalında  dünyada TOP 50 listesinde Fenerbahçe 14.sırada… Türkiye’den tek sonuç bu. Neden acaba… EK’nın verdiği örnek te ise Ford, otomotiv sektöründe tüm dünya klasmanında 31.ci… Yani Lovemark kapsamında ki yeri belli… Gelelim Sanat Yönetmenliğinde renk bilgisine… Siyah ve beyaz birer renk olarak kabul görmez. Onlar Dişi ve erkek zemin renkleridir. Yani konu futbol olunca beyaz zemin üstüne sarı kırmızı koymak veya kurumsal renkelrinizi koymak, forma renginin değiştiği anlamına gelmez…

Teşekkürler !

BU da link: http://www.lovemarks.com/index.php?pageID=20015&lmcategoryid=7&additions=2&require=100

Yorum bırakın

Kistal Elma Parametreleri ve Ajanslar – Argün Albayrak

Kristal Elma Parametreleri ve Ajansların Yapıları:

Herkes te bir heyecan daha yaşandı ve bitti. Reklam sektörümüz yine Oscar’lrını dağıttı. Mutluluk ve hüzün bir çok ajansta eş zamanlı yaşanıyor. Klasik ödül sonrası tribal enfeksiyonlar bunlar.. Geçer gider ve seneye tekrar canhıraş ödüle iş yetiştirme dönemleri gelir… Ancak şimdi ki analiz farklı çünkü ajansların yaptıklara işe nasıl baktıkları da gün gibi ortaya çıkıyor: Takke düştü kel göründü… Takke düşse ne yazar. Bu yönetim anlayışları devam ettiği sürece kim kel, kimin saçı var biliyoruz zaten.

Ajanslar net bir biçimde üç’e ayrılmış durumda. Para kazanma odaklı iş adamı anlayışlı ajanslar… Yaratıcı odaklı kültür ajansları… Ve para kazanmanın yaratıcı yollarını keşfetmiş ve uygulayan ajanslar.

Para kazanmaya odaklı iş adamı anlayışı; Reklamın bilek gücünü yani yaratıcılığı es geçtiği için haklı bir mutsuzlukla ayrıldılar. Kristal Elma kaça kardeş? İşte bir Zihniyetin iflas bayrağı bu. Ama bu reklamverenler oldukça onlar para kazanmaya devam ederler. Para kazandıranları öyle çok ki. Şirketleşme kurgularındaki yaratıcılığınızı biraz da işinizde kullansanız olmaz mı? Belli ki bu tip ajanslarda yönetim anlayışı çalışanlara da sirayet etmiş ki, sadece o ismin gölgesinde uyumayı başarı olarak kabul edip yan gelmiş yatıyorlar… Onlar üzülmüş müdür? Eğer üzüldülerse bilsinler ki bu hiç bir şey yapmadan verilen bir ödül değil. İşmizin özünde hizmet verme kavramı dışında bir de neyin hizmetini verdiğimiz sorusu var. Reklam ajansları, entellüktüel bilgisini yaratıcı ve özgün bir biçimde yoğuran, planlayan ve icra eden kuruluştur. Bunun olabilmesi için de iç dinamiklerinizin şirket misyonuna vakıf, sorumlu kişilerden oluşması ve evrensel anlamda reklam bigisini yalamış yutmuş olmaları şart. Şirketler patron şirketi olmaktan çıktı. Her masanın başında senin, benim gibi profesyoneller oturuyor ve bir çoğunu da bilirim. Bunlar konu yaratıcılık ve reklam konu olunca mangalda kül bırakmazlar. Peki neden ve nereden çıkar bu işler ve neden gelir de bizi şişler !  Toplantı masalarının profesyonelleri ilk önce bunu cevaplasın. Hizmet sektörü kavramında Ulu Devletlüm diye bir ilke artık yok. Yoksa var mı? Hem nasıl var biliyor musunuz… Kristal Elma listesine bakın anlayacaksınız kimlerden dert yandığımı. Reklamveren olarak ta tabiiJ

Bir de yaratıcılığı meslek edinmiş ajanslar var. Koca bir bravo diyeceğim de; o sesi ancak ben duyarım…Hani alkışlıyor gibi yaparız ya…İşte öyle. Hangi başarıyı… Al sana Elma ! Oldu mu, bitti mi… Bitmedi. Bu ajansların kendilerini aşamama gibi bir uluslararası olmama sorunları var. Daha küçük bütçelerle, daha yerel müşterilerine nitelikli hizmet verip para alırlar ve çalışmaları da ödüllendirilir. Kendi içine kapalı düşünce klanları şeklindedirler… Pazar yeri zırıltısı içinde çok görmesek te, yaptıkları manevralar küçük hedef kitlelerle tatlı bir biçimde karşılaşmalarını sağlar. Bir gün onların da farkına varabilecek uluslararsı çapta müşteri bilincinin yerleşmesi dileğiyle diyor ve geçiyorum,

Yaratıcı odaklı Para kazanan Ajanslara. Bu ajansların çoğu yabancı, yabancı olmasana ama bir çoğunda iş yapma kültürü yerel ve kendini kurum olarak iyi yetiştirmiş mekanizmalar. Ortalığı da onlar süpürdü zaten… İşte onlara giden alkışa da bravo ! Çünkü iş yapma bilinçlerinden çok arzuları ve reklam ihtirasları işlerine yansıdı. Bunda yaratıcı bir yönetim anlayışı da göze çarpıyor… Diğer yönlere odaklananlara ders olsun.

Gel gelelim Kristal Elma olayına. Bu yarışma özü itibariyle tekrar tanımlanmaya muhtaç. Herkes en yaratıcı benim ki demek istiyor. Bu gerçekten yeni yüzyıl silahı olan bir iş kolunun salt yaratıcılık boyutunu mu temsil ediyor yoksa marka. Ajasns müşteri iletişiminin nasıl başarıya dönüştüğün mü? Bana sorarsanız ikisi de değil.. Tersten düşünüldüğünde; Eğer konu yaratıcılıksa bol popülizm katkılı rondo kreması ile draması gibi bir sığlık neden Elmanın en hasını alır… Eğer yaratıcılık başarıyı getiriyor, ona ödül veriyoruz diyolarsa; Güldürmeyin kimseyi derim… Çünkü rakamlar piyasaya giren ürünlerin reklamla nasıl ivme kazandığını biliyoruz. Salt başarı da bir kategori olabilir. Yaratıcılık aranmadan… Yani bu iş kristalize bir kavramkargaşası olmaya devam edecek… Ancak şu önemli. Bu, sektörün ve reklamverenlerin arasında içsel bir reklam sanatının boy gösterisi olabilir… Öyle de olsun bence !

Can sıkan konulardan biri de şu ki; Türkiyeli markaların, Türkiyeli ajanslarının neredeyse yok denilecek kadar az olması… Atatürk olgusunun sırtına binip te Elma alamayanlar. Bir kere daha düşünsünler…

Kısacası; yaratıcı insan çok, yaratıcı iş az… reklam ajansı çok, reklamcı az… sonuç:

Hayatın draması varsa, rondo’nun da kreması var…

Argün albayrak

Yorum bırakın

Kısa süren bir hikaye içinde bitmeyen aşk Ebru & Argün 1984 – Argün Albayrak

Kısa süren bir hikaye bu. Zaman denen nehrin henüz başında yazılmış. Sular serin serin akarken tam da suya yazılmış insan hatıraları gibi… Takvimler mi? 1984 yılı… Bu aşkı anlatmak mikansız. Satırlar da o yüzden biraz ürkek. Ucunu bir uçan balona bağlayıp, gökyüzünde salınışını seyrediyorum. Kimbilir belki senin yüreğine düşer. Bilmiyorum. Şu an ne yapıyorsun, bilmiyorum. Neredesin, onu da bilmiyorum. Mutlu musun, yorgun mu yoksa hala umudun var mı bir şeyler için, bilemiyorum… Neler yaşadın, nelere üzüldün, nelere sevindin. Hiç bilmiyorum. Hiç aktı mı gözyaşın? Yine bir köşede sessiz ve kimse görmeden ağladın değil mi? Anlatsana şarkılarda hiç o günlere geri döndün mü, döndüysen kim geldi aklına. Hiç düşündünmü beni? Ne yaptığımı merak ettin mi?

İki nokta kaldı hayatımda. Her gün biri kere hatırlarım. Resmin hala başucumda. Biri okul yolu, diğeri postanenin yanında yaslanıp seni beklediğim alçak duvar… İnsanların hayatları bir anda değişirmiş, biliyormusun? Benim de o duvarda yaptığımız ayrılık konuşmasında değişti. Bakma bu ağlayan cümlelere! Çünkü ben daha küçücükken sensizliği seçtim. Ağlıyordun…. Üstünde beyaz boğazlı ince kazağın ve Anadolu Lisesi forman vardı. Uzun dalgalı saçlarını yine arkaya toplamıştın. Ellerinde bir kaç kitap, başın önünde ve gözlerin kıpkırmızı ağlıyordun… Hayatımda ilk kez öptüğüm dudaklarının yanından yaşlar süzüldü. Ellerinle toparladın onları… Dokunamadım.

Ben yaşadığım herşeyi anlattım. Bir tek seni bana sakladım. Bana ilk kez aşkı yaşatan ‘seni’… Hayat öyle acımasızdı ki; Tüm erkek içgüdülerimle savaştım. Galip te geldim. Mutlu olmak için herşeyim de oldu… Olmadığı da oldu. Onların hepsi dünyanın malı mülkü idi. Hiç bir zaman bana ait olmadı. Bana ait sadece koskoca bir yüreğim vardı. O da sende kaldı… İyi ki kalmış. Ona benden daha iyi baktığını biliyorum. Biliyorum çünkü sen ne büyüyebilir, ne de küçülebilirsin. Böyle geldin dünyaya o koskoca kalbinle…Ve bakıyorum da onca savaştan çıktım ama dünya değişmedi. Senden uzaklaştıkça, bu kirlilik arttı. Ben de tam onun ortasında temiz kalmaya çalıştım….

Yorulduğum zamanlarda hala bana ördüğün Fenerbahçe atkımı çıkartırım… Boş bir kahverengi impulse’ı da hala saklarım. Onlar bana bir zamanlar yaşadığımı ve temizliği hatırlatıyor… Bazı zamanlar öyle nefret ettim ki kendimden. Doğru bildiklerimi bir kağıda yazdım durmadan. Seni yazdım, bana benden uzak olsan da öğrettiklerini yazdım… Bana verdiklerinle ben, ben oldum. İçimde milyonlarca eksik parçayla, adım atmaya çalışıyorum. Bu çok zor… Bu satırlara sebep nedir biliyor musun? Dün gece ben uyurken geldin. Aynı yüz, aynı saçlar ve aynı masum gülümsemeyle bir fırça verdin elime. Saçlarını taradım… Gülüyorduk. Rüyamda kokun geldi burnuma… Büyük bir yalnızlıkla sıçradım saat gecenin Üç’ün de…

Bana kızma. Bu satırlar bir geri dönüş değil. Seni tekrar yanımda istemek değil… Bu, sensizliği kendi elleriyle seçen birinin yalnızlık dolu cümleleri. Ve ilk kez içimde yaşattığım Ebru’yu anlatıyorum bu kağıt parçasına. Tüm duygularımı gökyüzüne savuruyorum. Olur ya; tam da önüne o cümle düşer: Seni Seviyorum!

Bana tüm verdiklerin için… Tüm aldıkların için… Hep kalbimde kalmayı başardığın için sağol… Resim ne güzel anlatıyor hayatı, terkedilmişliği, yalnızlığı… O şehrin sokaklarını…Seni…

Argün albayrak

Yorum bırakın

İki noktadan bir doğru mu geçer ? Argün Albayrak

İki noktadan bir doğru geçer..mi?  Yaratıcı beynin sırları üzerine:

Hepimizin yaşantısında ki temel değerlendirme kriteri ‘doğru ve Yanlış’ noktaları… Yaşadığımız herşey bu iki kutuplardan birinde sonlanır. Doğru ve yanış, eksi ve artı, güzel ve çirkin gibi…  Hani bazen deriz ya; Kime göre doğru veya kime göre çirkin diye… Hatta kurduğumuz, kurguladığımız yaşamsal yol haritaları bizi mutluluğa mı götürüyor, karanlığa mı? Bilemiyoruz çoğu zaman. Yine derler ya; Bırak milletin ne düşündüğünü, bildiğini yap! Diye… Belki de değil, en doğrusu bu. Tüm bunlar olup biterken bir şeyi gözden kaçırarak yaşıyoruz. O da, yaşadığımız ‘süreç’… yani bizi nereye götürdüğünü bilemediğimiz o yol. O yola çıkarken; Hayırlısı ne ise o olsun diyerek başlarız… Çünkü gerçekten de hiç bir beyin bu yolculuğun bir adım sonrasını bilemez ! İşte geldik belki de en kritik noktaya. O hayatımızı belirleyen iki önemli nokta: Yani ‘cesaret’ ve ‘korku’… Bu iki nokta insani yapımızın en can alıcı noktalarıdır. Çünkü korku, bir süreci yaşayıp yaşamayacığımızı belirler. ‘Yaşamadan bilemezsin’ dedikleri de bu olsa gerek ! Karar verme yetisi bu iki noktanın hangisinin yüreğimizde ağır bastığı ile ilgilidir. Çünkü korkuyla yaklaşırsan, yaşayamazsın ve hep aklının bir yerinde kalır. Seni bitirir. Çok anlatırsın, çok haklı çıkmaya çalışırsın ama nafile. Çünkü yaşamadan bilemezsin!

Bir köprü düşünün. Her adım attığınızda, geride kalan tahta yok oluyor. Yani geri dönüş yok. İleri gitmekten başka çare yok. Korkun ağır basar da geri gidersen, boşluğa yuvarlanır, ölürsün. İleri gideceksin. Başka çaren yok. Köprünün diğer tarafında seni bir hazine beklemese de, şunu söyleyebileceksin. Ben o köprüyü geçtim. Ben o köprüyü geçerken çok korksam da, yaşamayı bildim ve başardım. Sonunda bir hediye olmasa bile, şunu kazanmış oldum: O köprüye giremeyenler, artık bana onun ne olduğunu anlatamazlar. Çünkü artık ben biliyorum, onlar bilmiyor ! diyebilirsin. İşte bu yolculuk ta; yani süreçte atıtığınız her adımın adı: Deneyimdir! Yani herkesin kendi içinde yaşadığı , sebebi ve sonucu belli bir yolculuk. Deneyim! Herkesin ki farklı, herkesin ki kendi açısından önemli bir Deneyim !

Konunun üç beş kulaç derinine indiğimizde; insani vasıflar önümüze çıkar. Bunlar da iki noktayla anlatılabilinir! Hırs ve Tevazü ! Kendi içinde bu da bir süreçtir. Hırsla başlarsın ve korkular seni bir tevazüye doğru götürür. Gençlik hırsından, Orta yaş olgunluğuna giden süreç gibi… Bu süreci iyi yaşayabilmek için o köprülerden geçmeniz şart. Kendi düşen ağlamaz sözü buradan gelir. Düşmeden, düşmemeyi ve acıyı öğrenemeyiz. Bu ızdırapları çekmeden, doğru yürümenin kıymetini anlayamayız…

Bu iki nokta yaklaşımında çok önemli bir husus daha var: Yaptığınız iş’te, duygusal alışverişinizde veya karar vermeniz gereken bir konu da nasıl düşündüğünüz. Eğer bir işi kendinize konsantre olarak yapıyorsanız işiniz zor. Ama o konuyu, insanı veya o olguyu düşünerek, ona konsantre olarak yapıyorsanız, işte bu muhteşem. Şu örnek yanlış olmayacaktır. Bir sanat müziği icra ederken kendi sesini nasıl kullandığını düşünen ile şarkının söz ve duygusunu düşünerek yorumlayan arasında müthiş fark vardır. Komik ama örnek işte: Sizce Bülent Ersoy mu, Zeki Müren mi? desem ne cevap verirsiniz? Alın size iki nokta daha… Daha böyle milyonlarca ve hem de jargonlarda yerini almış ‘iki nokta’ örnekleri mevcut… Tribüne oynamak ile top için savaşmak gibi…Hangi nokta insanların kalbinde yıldızlaşır, hepimiz biliyoruz! İşte yaratıcı beynin sırları bu keşifleri de içerir. Verilen aklı yönetme sanatı. Bazılarımız bunu hisleriyle, bazıları da mantığı ile yönetir. Bakın. İki nokta yine karşımızda…Mantık ve duygu! Mantığı ile bu yola çıkıp, hisleriyle mutlu olan veya olamayan çok kişi gördüm. Tabii tersi de var. Hisleri ile evlenip, mantığı ile sonlandıran da çok… Şimdi hayatınızdaki  iki noktayı bulun ve yola çıkın. Diyeceksiniz ki; Ama hangi iki nokta. Yüzlerce saydın ! Ben de diyeceğim ki; Uzanın şöyle çimlere, yıldızlara bakın… Sonsuz yıldız içinden seçin iki tanesini ve seyredin… Hangi yıldızı seçtin diye sorsam gösterebilirmisiniz…? Trilyonlarca sonsuzluk içinden onu gösterebilmek için bile, saatlerce uğraşabilirsiniz… Bu sonsuzluk içinde, minicik bir noktayı keşfedip anlatmak ne kadar zor değil mi?… İşte yolculuk, işte sonsuzluk… Hangi yıldıza yolculuk ? En iyisi de:

Sevişmek ah ne hoştur. Yıldızların altında…

İşte bir noktayı bulduk. Ama gökte ararken, yerde bulduk… Diğerini bulmak için çok uzaklara bakma…

Argün albayrak

Yorum bırakın

Gözlerime bak…Ben bir şehidim! Argün Albayrak

Gözlerime bak…Ben bir şehidim !

Ben daha anlayamadım hayatı. Gidecek öyle çok yer var, öyle çok tadlar var ki. Tadamadım ! Henüz yeni açıldı benim gözlerim. Daha Perdenin arkasını görmeden, kahraman olmak istedim ben. Ben savaşmaya gitmedim. Savaşmayı bilmem ki hiç… Ben daha dün sevmeyi öğrendim. Birini özlemek neymiş daha yeni öğrendim.ilk kez seni seviyorum dediğimde gözlerine bakamadım. Dağlardan haykırdım sadece…

Duyan olmuş mudur acaba?

Gözlerime bak…Ben bir şehidim !

Sen bunları sanki yokmuşcasına dinlerken televizyonlardan; Ben duyamam. Yarın kalkıp, giyinip işimin yolunu tutamam. Seni seviyorum diyemem. Aşığım ben diyerek mutlu olamam… Sen de bilemezsin, ben de! Belki yaşasaydım seninle olurdum bir yerde…Belki yemeğini getiren garson, belki tam yanındaki çalışma masasında oturan can dostun olurdum… Belki yolda düşürdüğün bir cüzdanı, sana alıp veren olurdum. Kimbilir o cüzdan da belki senin geleceğin vardı… Sana geleceğini verebilirdim…. Hayat çok zor, haklısın. Ama belki dertleşebilirdin benimle. Belki de sen anlatabilirdin bana… Tanımazdık birbirimizi belki ama yaşardık birlikte…

Seni görüp imrenirdim belki… Sen gibi olmak isteyebilirdim ve bu da hayatımı değiştirebilirdi. Belki bir aşk uğruna kavgaya tutuştuğum bir erkek olurdun… Veya aşkın kendisi olan o kadın sendin!… Babam ağlıyormuş televizyonlarda… Ağlamasın. Vatan sağolsun tabi ama içindekiler de sağ kalsın ! Annemin elleri yüzünü kapatmasın…

Gözlerime bak…Ben bir şehidim !

Sen yaşa diye ölmedim ben… Seni tanımak için yaşadım. Seni görmek, korumak, sevmek için yaşamayı seçmiştim ben… Olmadı ! Vuruldum ben…Canım yanarak verdim son nefesimi. Ne annem yanımdaydı, ne babam, ne sevdiklerim ne de sen ! Bana şehit diyorlar… Onur duydum. Ama yaşatmak ve herkesin arasında insan gibi yaşayabilmek değil midir en büyük onur ! Onurlu bir yaşam için hazır kıta selam verdim ben hayata… Sevecektim, sayacaktım, tadacaktım, kahkalar atacaktım. Ben başaracaktım. Onurumu kaybetmeden yaşayabilmek için doğdum ben. Yaşayamadım…

Gözlerime bak…Ben bir şehidim !

Bakabilir misin hiç ayırmadan. Annem gibi olabilir misin…Ben bu vatanın evladıyım. Söylesene bana kıyabilir misin ! Şimdi devam eden zamanda, bir kalabalığın ortasında kaldıysan göremezsin beni… Orada olmak isterdim. İnan ! Yaşadığın en büyük dertleri ben yaşardım yerine… Vallahi yaşardım.  Ama sen yaşa ! Çünkü ben yarım kaldım. Ateş altında göğsüm, korkuya bulanmış cesaretle saldırdım. Düşünmeye aman vermediler. Gelecek bir anda geçmiş oldu… Son bir nefes hakkı verdi Allahım: sadece Vatan… diyebildim sessizce… Gerisini sen tamamla ne olur!

Vatan ‘sağ’ olsun de… sağ kalması için de var ol !

Yorum bırakın

Bilemezsin çocuk… Sadece yaşamayı seçebilirsin ! Argün Albayrak

Eksikliğin senin savaşın değil. Kendi eksikliğini de sev. Senin yolunu belirleyen sen değilsin unutma. Senin eksikliğin sadece seni yolundan çeviren. Eksikliğine yenildin sen. O eksikliği tamamlamak, yerine koymak istedin belki. Ama eksikliğini duyduğun şey, hiç bir zaman ‘sen’ olmadı… Senin hiç olmadı. Sen, sende olmayanı istiyorsan bil ki, sana ait olmayanlar gözünü kamaştırıyor. Sana ait olmayanı istemek ne kadar iyi niyetli görünse de kötüdür aslında… Bu, insanın içinde sadece büyüyen bir yaradır. Unutma. İstediğin ve aldım dediğin herşey bir gün sırtına yük olarak binmesin. Çünkü kendini eksik hissetmek, tam olamadığını düşünmek, biraz da kendini bile yalnız bırakabilecek bir bencillik içerir. Hem de o yüklerle birlikte…

Nedir düşündüğün çocuk. Neden ağlıyorsun… Sana ait bir şeyimi çaldılar. Birilerinin kalbini mi çizdin derince. Nedir bu korku dolu bakışların içinde yaşayan. Birşeyler mi saklıyorsun yoksa senin bile bilmediğin… Yaşam benzersiz bir müze gibi. Bak, öğren, anla ama ne olur isteme. Dokunma ! Herkes yaşadıklarını bu hayat denen müzeye kaldırır ve insanlar o müzeyi yani hayatı öğrenir, anlar… Sahip olamayacağını bilir. Ama hayatına kendinden bir şeyler katar ki; Bir gün gittiğinde o müzede senin de adın olsun… Bu yaşadığın bir aşk bile olabilir… Sen buraya kondun çocuk. Masum ve temizsin. Bir ağacın altında saklanmakla olmaz. Kendini mi görmek istiyorsun? O zaman aynaya değil, karşında duran kim ise ona bak. Aynada gördüğün sadece bir soru işareti, cevabı olmayan bir karanlık kuyu. Sen ne düşünürsen, sana öyle bakar… Ama insanlar sana cevap verir. Biri kızar, biri küser gider, biri belki saldırır ama biri de çok sever belki be çocuk !

Sana anlam katan, değer veren ve yücelten de onlardır. Sen kendi kendine çıkamazsın bu işin içinden… Bir insana güvenmek, onun sadece seni seveceğini bilmen değildir ki. Onun, senin adına gördüğü doğrular değil midir? Ama sen de haklısın bir konu da… Bu zor. Bunu anladığın an yaşamın başlayacak… Geçmiş günlere yanmamak zor… Hata yapmamak zor… Ağlamadan ayakta dimdik durmak zor… Akıntıya karşı durusan ölürsün ama kendini ona bırakırsan yaşarsın. Ruhunu böyle kurtarırsın ancak… Bırak dizginlerini aksın gitsin ! Yoksa böyle kalmak, hiç yaşamadan, sevmeden, kabul etmeden bu dünyada kalmak çok zor… Bir söz vardı. Sanırım şöyle: Tüm samimiyetimle bir arkadaşımın omzuna dokundum. Nerden bileyim. Yarası da tam oradaymış…

Bilemezsin çocuk… Sadece yaşamayı seçebilirsin !

Yorum bırakın

Touchdown ve Madame Tussauds Gizemi – Argün Albayrak

Dün gece, ikinci hayatımın ilk gününü yaşadım. Yaşatanlara selam olsun. İçimiz sevgiyle dolsun. Altı ay sonra ilk kez çıktığımdan olsa gerek, kalabalıklar yorucu geldi. Otomobil nehirleri yordu. Caddelerde gülen yüzler aradım yoktu.

Sevgili TOUCHDOWN’un yolunu tuutuk. Bu mekan öyle sadece İstanbul’da bir cafe-bar değildir. Efendim; İki eski dost Fuat ve Müge’nin vakt i zamanında açtıkları, insanlıklarıyla ve yaşama bakışları kadar güzel, beraber şarkıların söylendiği, çok dertlerin karşılıklı derinleştiği, Reklam sohbetlerinin gerçek prodüksiyonlara dönüştüğü ve özü olarak bu sebeplerden markalaştığı bir yer. Touchdown…

Her yaşını alan başlar ya dertlenmeye: Ahh nerde o eski…diye. Bu mekan eskimiyor arkadaş. Çıtı pıtı kızlar artık çocuklarıyla geliyor, onların nasıl büyüdüğünü görebiliyorsun. Ancak yüzler, insanlar, alışkanlıklar değişmiyor. Hele şu 1453 yılından kalkıp tedbil i kıyafetle halka karışmış Fatih Sultan Mehmet. Diğer adıyla: Tekila İhsan. Rivayetlere göre daha bir çok ismi olsa da… Sadece Touchdown’da çıplak görebilirsiniz kendisini: Çıplak Ruhunu yani. Bu mekan da bir sihir var gerçekten: Fuat hep yakışıklı, sert bakışlı, Müge hep çok güzel… Diğerleri çok içkinin verdiği etkiye maruz kaldılar tabii. Madam Tussauds ile Touchdown sanki aynı yer. Herkesin balmumu heykelini hareket halinde görebilirsiniz. Fazla içki demek ki balmumunu eritebilen bir özelliğe sahip… Barımızın bu arka köşesinde ise ünlü yönetmen Leona’nın heykelini görüyorsunuz… Hareket etmeyen bu heykel de günümüzde değerini korumaktadır. Sevdası gizli, dertleri gizli bir heykel… Biraz daha durur sa insanlar gelip adak adayacaklar korkusuyla onu Anadolu yakasında bir müzeye koyacaklar diye duydum… Leona adlı içkiyi keşfetmiş ve nam salmıştır…. Böyle bir çok heykel mevcut. Abide demek daha doğru… Bu heykellerin çoğunun yapım yeri 8 1/5 adlı harbiye barıdır… Orada şekillenip, touchdown’a toplu olarak nakledilmişler…

Adlie Naşit’in Uykudan öncesi gibi tek tek isimleri sayamayacağım. Ama Uykudan Önceyi bizzat yaşayan bu jenerasyon, ablamızı yanlış anlamış ve hayatlarına hep o meşhur akşam programından sonra başlamıştır… Aslında herkese iyi geceler derken, yatın diyormuş. Ama biz yatmadık. Hal böyle olunca da hepsi hayata farklı pencereden bakmış, ortalık karanlık olsa da gündüzü yaşamışlardır. Aramızda çok cennete gidenler, ucundan dönenler, yaşama fizyolojik olarak biraz eksik devam edenler vardır… Yani bir envanter çıkarılsa sonuç bir felaket olarak algılanabilir… Ama değildir! O yaşamın ta kendisidir. Üzüntülerin mutluluklara, yeni fikirlere, tekrar başarma azmine dönüştüğü bir mutluluk fabrikası…

İşte oradaydım dün gece… Hala yaşıyordum. Yaşamasam da orada hayatın güzel anılarla anlatıldığı eğlenceli gecelere döneceğini biliyordum. Hem hep hem de bir hiçtim… Herkese verilen yaşam hakkını böyle güzel yaşayabilmesi ve gittikleri bir cafe-bar’a bile böylesine bağlı olmasının herkesin kalbinde anlamlı bir yeri vardır… Beraber büyüyen, öğrenen ve yaşlanmayan bir jenerasyonun müzesi… Halka açık bir müze. Ayrı yönlere koşan ama tek ipe bağlı insanlar… Ama bir konu var… Boşver o konuyu. Sessiz heykeller kendi aralarında anladı zaten ne olduğunu…

Hadi Cheers… Ben mi ne yaptım… Ya ne yapacağım TD’de… Mutlu oldum hayatın değişmeden devam ettiğine.. Bir de bir şey oldu… Gözlerim kamaştı sanırım bir ara..saatler tam 23:00 PM’ di… Bir de hiç iki kişnin beni kaldırıpta lavaboya götürebileceğini düşünmemiştin. O da oldu.. Dedim ya… orası Touchdown… Bir masal anlattım size gece çökmeden. Based on a true story… Şimdii, hadi kuzucuklarım :

Erdinç, Fuat, Müge, Tibet, Oğuzhan, Gökalp, Cico, İhsan, Levent, Ece, Evin ve… Soner.. Hadi Touch’a ! Canlarım benim…

Yorum bırakın

Doğum Günüm 30 Aralık 2009 / Teşekkür – Argün Albayrak

Doğum günüm. 30 Aralık 2010. Henüz 7 aylık bir bebeğim. Yürümeye bile başlamadım. Bir önceki hayatım 1967 yılının 19.07 sinde başlamış. Şimdi ise yepyeni bir hayat başlıyor… Tanrı beni ödüllendirirken, hatırlamam için vücudumda izler bırakmayı uygun gördü. Geçmişte çok acılar yaşadım. Bana dedi ki; Acı öyle olmaz, böyle olur. O zaman anladım bir çok şeyi. Kafayı sağlam çarpmışım. Hepsini taşıyacağım üstümde çünkü onlar kazanın değil, hayatın izleri.

30 Aralık gecesi eve dönerken bir taksinin aracıma çarpmasıyla savrulmuşum ve olanlar olmuş. Detaylara gerek yok. Bir kaç iyi insan beni aracımdan çıkardıklarında kimsenin öldüğüm konusunda bir şüphesi yokmuş… Benim bu konuya açık bir algıyla girişim 2010 yılının ilk haftası olmuş. Uyanmışım… Yer İstanbulun Haydarpaşa Numune Hastanesi. Babamın yıllarını verdiği o muazzam yer. Bu uyanış öncesinde iki tane net görüntü vardı önümde: Biri Dr. Nesrin ! Bana ilk mühahaleyi yapan bir çift göz. Oratalığa saçılmış durumu düzeltmek için herşeyini veren Nesrin Hn… Diğeri ise sevgili Sonay Dikkaya… Son dakika haberi olarak yanımda idi, ablasıyla beraber… Ona sedyede elimi uzatmışım. O da tutmuş. Sağ olsun hem de ne tutmak… Bir an bile başımdan ayrılmadı. Çok sevdiğim meyvalı yoğurtlarımı taşıdı, öptü, iyisin dedi. Sonay geçmişim 15 yıl. Dünya güzeli. Dertlerim benim, acı benim, mutluluk senin olsun sonaycığım. Bu arada heyecandan kırık ayağımın üstüne de oturması harikadır. Ama verdiği en büyük acı bu değilJ Hayal meyal hatırladığım bir çok insan var, isimlerini hatırlamak ancak birileri yardımcı olursa mümkün. Hepsine sıra gelecektir, hatırladıkça… Ama o Annem var ya, o annem ! Ona kelimeler anlamsız, ona sarılmalara yetersiz… Ona ne yapsam yetersiz ! Geçen sene bir ay arayla önce ablamı, canımı sonra da babamı kaybettim. Bir yıl sonra da ben… Yukarı kadar çıktım, sonra dünyaya geldim. Kalbimde bir sızıyla baktım anneme ve dedim ki; Kaybeden ben değilim anne, az kalsın bütün aileni kaybediyordun. Ama bak geldim. Artık yalnız bırakmam seni !

İnanılmaz dönem oldu bu 2010. Üç ay sadece yoğut yiyebildim. Ha bir de altın ayıcık. Çocukluğumdan muzırlık yapmayı severim. Kimseciklere zarar vermemek koşuluyla tabi. Ortopedi kliniği bir gün hasta uyarı tabelasını ararsa bilsinler ki; Ben de ! Kıpırdamanın bile yasak olduğu sonar titreşimli aletlerde şarkı söylemem de ayrı bir konu… Hele o acılarımı dindirmek için kullandıkları morfin yok mu… Herkese hayatı tekrar sorgulamasını tavsiye ederim. Halüsinasyon  sanal gerçekliği fizik ilmindeki parelel evrenler gibiydi…

Her neyse 2010 kış uykusu 3 ameliyat, bol bol Haute Cauture Nesrin imzalı dikiş, bol ilaç ve bakım, 200 e yakın film yani bol radyasyonla geçti. İyi niyetle emeği geçen tüm Haydarpaşa Numune Çalışanlarına teşekkürler… Ama bir kaçının ismini saymak insanlık borcum. Ortopedi kliniğinde Adnan Kafadar ile Ziya ve Kerem beylere çok teşekkür ederim. Hemşirem Nursel Hn ve her derdimi tevazu içinde çözen Ekrem… Sizlere de tabii… Ayrıca üstümde rekonstrüktif retro perspektif sanatlarını icra eden başta Sevgili doktorlarım Özlem Özgenç ve Elif Eren Aydın ile diğer arkadaşlara selam olsun. Ha bir de Prof.Dr.Sülük ! O ne acaip bir mahlukat…. Prof.Dr.Sülük dediğim için kimse kızmaz umarım çünkü bu ismi ben takmadım. Tahtakalede sülük satan amcanın tabelasında bu yazar: Prof.Dr.Sülük… Kan emici bir vampir o.

Şu an hala yürüyemiyorum. Herkes söyledi zaten. Bu yıl sezonu kapattın diye. Düz koşulara 2011 yılında başlayacağım. Ama olsun; Çünkü bana öyle büyük bir fırsat oldu ki bu. İnsanları tanıdım. Sevenlerimin ne kadar çok olduğunu gördüm… Kendimi ne kadar çok ertelediğimi gördüm. Değiştim mi? Hayır… Aksine ben Argün’ü çok özlemişim onu gördüm. Yanlışların ve doğruların, kişiye göre değiştiğini yani öyle kavramlar olmadığını gördüm… Orhan Veli’nin dediği gibi: Bir girdim insanların içine…insanları gördüm.

Şimdi bu yeni hayatıma büyük bir sınavı geçerek başladım. İçinde bugüne kadar yanlış cevapladığım çok soru oldu. Bazen dört yanlış ta, bir doğruyu götürdü benden. Ama kazandım… Şimdi sıra geldi insanlara: Canım anneciğim, Heybetli Ayten Halacığım… Talat ve Elif, sizi gördüğüm zaman güç topluyorum. Melisim, canım kardeşimsin. Sonaycığım, ne olur benimle haber sunar gibi konuşma. Aramızda rtük yok. Seni çok seviyorum. Canım Oğuzhan ve özge; Ailem sizsiniz! Çok sevgili touchdown halkı;Rakım buzlu olsun! Bu kadeh size…  Aşkın Aslı gibidir Aslı. Poaçam, boaçım; bir özel dostsun sen ! Tibetcim, Tunaycım; Papazın Çayırında bekliyorumJ Erdinç; hep yanımdaydın sesinle.Sağ ol! Nilşah; Biricik yol arkadaşım! Sevgili Fecir ve Anneciği. Burası size hep açık. Sevgili Burak Yamanlıca. Biricik Dilaram. Tribün, okul, gönül arkadaşım Ergun. Çarşı olsa da bir tek bana karşı olmayan dostum Merter. Babamın vefatından sonra bana Baba olan Sedat Ağabeyim ve Eşi. Önce dostum ve sonra avukatım Erhan Yavuz. Osman Ataman. Canım Gören ailesi ve zeynep ile iremim! Sevgili arkadaşım Aylin Bayındır… Cnm Pınar Ö.Hotiç, Bahçevanımız ve dostumuz Murat. Yıllar seni hep güzelleştirecek Elif Politi… İletişimlerini hiç koparmayan Ali ve Elif, Cnm Eke, Taner ve Mutlu kardeşlerim. Aslı Aytaç, Füsun ve İhsan Ölmez, Banu Burkut, Defne Çetindağ, Güzellik abidesi Devrimciğim, Cnm Dilo, Estelle, Ergin Akış Ağabeyim, Kuzenim Mehmet.  Tolga Hancı… bizi hiç yalnız bırakmayan Kamil… Görmesem de, duymasam da içimde olan biricik Ebuş !

Ve kundaktan beri beraber olduğum, benim için işini gücünü, ailesini bırakıp yanımda olan ve geriye kalan tek kardeşim: Ozan !

Bu yeni hayatı siz kurdunuz ! Hepsi sizlere feda olsun ! Sağlıcakla kalın !

Gönül buraya yakın aileyi de katmak isterdi. Haklı çıkmak üzücü olsa da o defter tamamen kapandı. Çünkü önemli olan ben değildim. Annemdi. Onu yalnız bırakanlar kendilerini iyi bilirler… Artık beni aile anlayışımda onlar yok ! Ailem olanlar; Yukarıda ismi geçenler..

1 Yorum

Bilgi; Nefes alıp vermek gibidir !

Bilgi nefes alıp vermek gibi. İçinde tutmayacaksın. Doğruları, zanatini yani sende saklı kalan herşeyi açacaksın. Böyle yaşıyor insan, inanın !Yıllardır mesleğimi yapmaya çalışırım. Her çalıştığım insana da söylemişimdir: Burada iş yapmak kolay. Engel sadece insanlardır! Diye… Kısa bir şekilde yazacağım. Şaşıknlığı ve mutluluğumu paylaşmak için.

Geçenlerde zar zor Çengelköye gittim. Malum kazadan ötürü bir vesikalığım gerekliymiş, dönerken onu da çözeriz ayaküstü dedim. Dışarıda olmak güzeldi. Çengelköye giden yol ağaçlık. Bir ormanın içinden süzülüveriyorsun. Uzatmayayım, işimizi hallettik ve dönüş yoluna girdik. Şoförüm Kamil’e: Şu fotoğrafçıda duralım. Şu vesikalıkları çoğaltıversin bir zahmet dedim. Yanaştık, arabadan indi. Ben de geleceğim, dedim. Bir nefes almam gerekti. Fotoğrafçı küçük, mütevazi bir tezgahı olan ve bundan önce çektiği sünnet ve düğün fotoğrafları ile dolu. Bir de önünde bir bilgisayar ve tarayıcı… Bununla ne yapıyorsun kardeş. Dedim… Anlattı. Photoshopla ışığını mışığını düzeltiyorum, kesip veriyorum baskıya dedi.

-Öyle olmaz, kardeş. Dedim ve geçtim başına. Kamil’in şaşkın bakışları arasında başladık çalışmaya. Ona döndüm ve dedim ki:

-Bu var ya bu dedim. Sana çok para kazandırabilir, biliyorsun değil mi?

-Abi, çözemedik biz bunu. Dedi… Önce kahveler söylendi. Oturduk çalıştık. Sigara için birer tabure çektiler, tabii ben tekerlekli sandalyede; kahvelerimiz yine geldi. Uzun uzun sohbet ettik. Sağolsun. Karadeniz’den tutun da, bu mahalle fotoğrafçılığına kadar herşeyden konuştuk… Ama bitmedi. Oturup çalışmaya devam ettik. Bu arada bir kaç işini de çözmüş olduk. Üç saatimizi ona ayırdık. Çıkarken de, eskilerden kalma bir düstu:ru ile elimi cebime atmama engel oldu. Kardeş olur mu hiç? Falan,  Bin dereden su getirdik. Sonunda dedim ki;

-al bunu, o zaman! Tespihimi uzattım. Yine almadı. O kadar vakit ayırdığımı, bu yaptığımı kimsenin yapmadığını anlattı. Bana borçlandığını söyledi. Ne kadar bunu öyle borçlanma falan diye yapmadığımı anlatsam da; İnadı inat ! Eyvallah dedik ve el sallayıp ayrıldık oradan. Biraz önce annem eve döndü. Peşinde bir adam. Uzaktan takip etmiş… Annem manava giriyor, tam parayı uzatacak, bir kaş göz, para almıyorlar. Kasaba giriyor, aynı hikaye… Fırın? O da aynı… Annem biraz tedirginlik, biraz da sıkıntıyla dönüyor ve adama soruyor ‘Ne yapıyorsunuz?’diye… Adam fotoğrafçının ta kendisi. Annemi yolda görmüş, tanımış ve düşmüş peşine… Adamda başlamış anlatmaya:

– Ağabey, bizim işimizi değiştirdi. Herşeyi öğretti. Sizi gördüm.  Alışverişinizde para vermenize gönlüm razı olmadı. Lütfen kabul edin! Mahallede herkes bunu konuşuyor. Müsait zamanınızda gelmek isteriz.

Fotoğrafçıya bundan 3 ay önce gitmiştim. Bugün bu oldu… Dedim ya bilgi, nefes alıp vermek gibi. Bir nefes verdim, bir nefes aldım. Yaşamak işte böyle olunca güzel… Para da kim oluyormuş !

Argün albayrak

Yorum bırakın